30 Ocak 2010 Cumartesi

Hayat...


İnsan bazen mallaşıyor....

bu cümledeki mal da... insan da, ben oluyorum... dün akşam üstü, sanırım iyi niyetle hareket ettiğim son gündü.

iç işleri bakanlığından yazı geldi... bu memlekette iki aydır duruyorum ve beni belediye için yalvar yakar işe çağran ahmak insanlar, bırakın memlekete iyi bişey yapmak için telaş etmeyi, bir fen memurunu işe almayı başaramadılar... ve ben üç aydır işsizim.....
buna ek olarak son beş yıldır ilk kez babamdan para istedim. ama borç bulup geri verdim çaktırmadan... babam tabiki parayı istediğinden falan değil ama.. yinede verdim işte... onun desteği olmasa ne yapardım sahiden...

küçük yerlerin küçük kalma sebepleri buldum!... çünkü, küçük beyinli insanlardan oluşuyorlar...
kadrosunun mimar çalıştırmaya izin vermediği bilmeyen bir başkandan bahsediyorum... gerçi ona sorsak teniker olarak kadro olduğunu söyleyip tekrar süreci başlatmak isteyecek gibi duruyor. kendi adına bişey olmadığı için tekniker ve mimar arasında ki farkıda çok umursamıyor demek oluyor bu da... burda şunu belirteyim ki sorun kesinlikle para değil, ama bir anlaşılmışlık ve el sıkışılmışlık üzerine tekrar konuşmak, tek kelime ile adice....
yani siz bir usta ile anlaşın, sonra adam işi yapıp bitirince tekrar pazarlık edin!.. işte burdaki aptallık bu.

sadece bunlada sınırlı değil... fen işleri diye varolan bir oda var... ama ne oda!!!.... sıçan yavrusunu kaybeder o odada... 20 yıldır kullanılan ve arşiv denilen düzenden bihaber bir odadan bahsediyorum. daha ilk geldiğim gün odanın masa sandalye gibi dolap gibi şeylere ihtiyacı olduğunu söyledim. duyduğum şey manidardı.... ''belediyenin parası yok''
lan madem paran yok neden mimar istiyorsun ki!!!... ben buraya yan gelip yatıp maaş almak için değil, belli ki iş yapmak amacıyla geliyorum...

benim buraya gelmem, aynı çocuğunuzun beslemek için balık istemesi gibi bişey. çocukğunuz yanlızca balık ister; ama siz ona fanus almanız gerektiğini, oksijen makinesi, kum ve çakıllar almanız gerektiğinizde bilirsiniz.... iste burdaki balık/sazan ben oluyorum...
ve haklı olarak bir fanus yani oda hayal ettim... ama cevap yukardaki gibi oldu.
bunu duyunca şaşırsamda önemsemedim. maaşımla kendi odamı kendim düzerim gibi aptal bir iyi niyete bile kapıldım....

sonra, günler geçti ve yazışmaların sonu gelmez olduğu bir sırada... bilgisayarı sordum, çünkü oda da bilgisayarım yoktu... gerçi fen işleri odasında bir tane ''buldum'' (evraklar arasında unutulmuş denilecek bir bilgisayar) ..tarihi değer olarak bir değeri olsa da, çok fazla işe yaramadığını görmem zor olmadı.... ram..ekran kartı... bellek... hepsi dedem yaşında...
bu durumda her mantıklı insanın yapacağı gibi bir bilgisayar istedim... ama aldığım cevap eskisinin kullanılması yönündeydi... itiraz ettim... cevap daha da manidar...

''aslında burda çokta bilgisayara gerek olmayacaktır, ne dersin ismail''...

tek kelime ile şok oldum... çizim yapmam... yazışmalar ve mailler için bilgisayara gerek yoktu öyle mi?!!... belkide teknoloji o kadar ilerlemişti!!??, artık bilgisayara gerek yoktu...

yine bir iyi niyet anımda, çok çok düşünüp, ömrü hayatımda tek bir kez bile kullanmadığım kredi kartı ile bir laptop ala bileceğimi varsaydım... ''burası küçük bir belediye ve imkanları elbette sınırlı'' idi.. belediyeyi zora sokmamak gerekirdi...

bu ve benzeri bir dolu hamle de... pet shoptan satın alınan bir balık olarak! yaşamsal şeyler istedim... sonuç değişmedi. meğersem belediyeye girip kapağı atmak asıl önemli olanmış... iş yapmak gerek miyormuş!!...
sen işe gir!! gerisini napacan.. oda bile vermeseler olur anasını satim!!....

bu arada oteldeki tadilatlar oyaladı beni sanırım... iki tane güzel özel hamam yaptık.. sigara içme bölümü.. kapılar... radyatör değişiklikleri gibi oyalayıcı şeyler işte...
burada mutsuz olduğumu söyleyemem .. zira burası benim bebekliğim dahil ömrümün nerdeyse üçte birinin geçtiği bir yer...

ve öyle sahiplendim ki.. gelir gelmez adanamdaki gibi kümes yaptım hemen. tavuklar aldım. ama onlar bile şimdi zor durumda.. bir tanesi hastalandı dün... ve şu anda ölmek üzere, belkide bu satırları yazarken ölmüştür. bilemiyorum. aslında bir tanesinin ölmesi de önemli değil ama tavukçuluktra 'kıran girmesi' diye bişey vardır. biri öldümü sırayla hepsi ölür. engel olamazsınız genelde...
her neyse...

beldeiyecilikten seçmelere devam edeyim... hükümet 2000 nufusun altında olan beldiyelerin belediyeliklerinin alınmasını öngören bir yasa hazırlamışlardı. belki hatırlarsınız. sonra iptal edildi anayasa mahkemesince. şimdi görmekteyim, ne kadar mantıklı bir işmiş o iş. belediye de oturan toplam 4 kişi var ve hiç bir iş yapmıyorlar. yanlış anlmayın iş yapmıyorlar demiyorum. çünkü yapacak bir iş yok... ve iş yokluğundan artık oturmaya alışmışlar. yemin ediyorum, yapılması gereken tüm işlerin tamamını birtek kişi yapabilir. ben yaparım mesela ve bundan eminim. çalışanlardan biride benim kuzen... fen işlerine girseydim ya da girersem (malesef beni bırakmak istemeyeceklerdir ve ilk aşamada bana ait alternatif bir planım yok) o aptal çarkın içindeki bir diğeride ben olacağım...

haaa!! dün kötü bir gündü yaa... buralardan biri, ben intihar edecem diye tutturdu :)... sinirden gülüyorum yeminlen... gece bir yarısı işimiz yok gibi onla uğraştık... hey allaamm....
lan sayı ile mi verdiler sizi...

sonraaa....
iki kere birilerini hastaneye götürdüm... bu arada benim derdim yok gibi herkes bana dert anlatıp durdu, dert babası oldum burda.... bakma yazyıorum burayada biraz açılıyorum. yoksa kimseye bişey demiyorum.. öylede için için çözmeye çalışırım problemlerimi...

daha başka şeylerde varda... yazsam ne yazmasam ne......

yeni kararların vakti geldi sanırım... herşeyin hayırlısı diye başlamıştım ve buydu hayırlsı galiba...
ister burda kalim, ister kalmiyim... buranın iş bilmez ve beceriksiz insanlarca donatıldığını görüyorum...
ve sağlıklı her vucudun yediği şeyi analiz ettikten sonra vucut için zararlı olduğuna kanaat getirdiğinde kusması gibi... burada olanları yiyip, içime sindirmeye çalışıyoruım... ama kusmamak içinde direniyorum... çünkü artık midem bulanıyor.

üzücüeklenti: tavuk da ölmüş.

29 Ocak 2010 Cuma

Bir Annenin Halleri

TRT de, Pusula diye program var ya.... herkes bilir, onun fragmanında... son söz!....

SAKIN PUSULANIZI ŞAŞIRMAYIN! 'dır..

hahh!!!....
annem bunu duyunca 'Amin' diyor.

28 Ocak 2010 Perşembe

terslik


Havanın yoğunluğu, suyunkinden daha çok olsaydı; sürtünme kuvvetinden kaçmak adına gemiler ters hareket ettirililerdi.

Kesinlikle olmaz demeyin... aysberkler bu şekilde ilerliyor.
Gerçi, onların bu saçma yoğunluk takasıyla ilgileri yok... ama olsun :)

değişim

en son on yıl önceydi...
herşeyin bu kadar değiştiği bir yıldan bahsettiğimde, 1999 yılıydı... inanması çok zor ama on yıl oldu işte, sahiden çocuktum daha o zaman...

şimdi... değişen ve farklı olan herşey yeniden değişip başkalaşıyor... sazın perdesindeki doğru notayı bulma yalanının telaşında insanoğlu... ara, dur!
değiştirdiğim herşey en baştaki haline dönüyor sanki... hatta, okuldan çıkışta döndüğüm o sokağın ortasında, sevdiğim kızı görecek kadar aynı herşey...

acaba türkçeci sınavları okumuş mudur...
bu okulun kravatı neden bordo ki?...
ulan bu kızlar neden tuvalete beraber gidiyor ki... mesela; benim, ahmetle beraber tuvalete gitmemiz de ne ola ...
kızlar garip vesselam...

neyse...
şu öss bi geçsin... bak neler 'değişecek' hayatımda...

kendime alakasız not: hamam ihalesi sonuçlandı... gelecek, artık bambaşka bir gelecek olabilir... bilgin(m)e

25 Ocak 2010 Pazartesi

kravatımı kaybettim...ceket ve ayakkabı dan sonra bununla beraber, babam herşeyi kaybettiği idda etmeye başladı...
sorun kaybetmekte değil... kayboldu der geçersin. ama öyle değil, iki kişi kravatımın çok güzel olduğu söylemesinden 10 saat sonra otelde daraldığım bir sıra boynumdan çıkartmam ile eve gelişteki 2 saat içinde kravat kayboldu... evde kaybolsa kaybolsa en fazla nereye kaybolur ki?...

velhasıl...
göz geliyorum kardeşim... resmen geliyor işte!!!... bişeyinde içine düşmeyin yahu...

tavuksever


küçüklükten beridir en sevdiğim şey kümes hayvanları beslemek ve bahçe yetiştiriciliğidir. tavşan.. ördek.. sülük..tavuk... ve bi sürü şey yetiştirdim... bahçemde ise ektiğim şeylerin sayısını bilmiyorum.

bu kasabaya gelişimdeki bir tutar dalımda buydu aslında... çok basitçe 'ayağım toprağa deysin' istiyordum galiba. ne kaygılar... ne büyük bir mimar olma telaşı... ne kentin cazibesi... ne de başka bişey... ben küçük ve doğal olmayı seviyorum sanırım ve insanın kendine saygısı sevdiği şeyleri yapmakla başlıyor bence.... böyle diyince dağ bayır dolanıyorumda sanma ha arkadaş!... kayseri, adana, ankara dolanıp duruyorum. ve işin ilginç yanı böyle yaparak şehrin tadını daha iyi çıkarttığımı fark ettim. adanada olupta karataşa balık yemeye hiç gitmemiştim örneğin, ama pazar günü bizim abdullah ile gidiverdik... toplam 160 km balık yemeye gittik.... ilginç sahiden de ....

blogta kümesimden bahsetmedim pek. zira, tavukseverlik çok prim yapan bir şey değil:) ama üşenmedim ve, buraya geldiğimde ilk işim bir kümes yapmak oldu.
keser.. çivi... testere işte akla yatkın ve gerekli tüm malzemeleri alıp bir kümes yaptım... malzemelerin çoğu devrişme, ona rağmen pahalı ve lüks bir kümes oldu diye bilirim.

***
bugün tavuklardan biri kümese girmemiş, annem de bi türlü bulamamış hayvanı... sabah olunca firarı tavuğu bulmayı ümit ediyorum. tabi dağdaki başı boş bir tilki bizden önce bulmaz ise :)
şu günlerde 2 tane yumurta yapan tavuk var ... gerisi yiyip içip yatıyorlar, hayvanatların...
bahar gelsin yumurtlamayanı otelde ziyafet menüsüne dahil etmeyi planlıyorum...
eee! herşeyin bedeli var...

24 Ocak 2010 Pazar

aslında ...T ve D... hiç bir araya gelmez

müzik - grup ayna - seninle ben (hicran) | izlesene.com

Bu şarkı çok çok değer verdiğim bir dostumun, sevdiği bir Ayna şarkısıydı... zaten kendiside bir Ayna hayranıydı...

Hayatım boyunca tanıdığım en değerli, zeki, çalışkan, ince fikirli ve mutluluk kaynağı insanlardan birisiydi. Bir bayandı. Bayan olduğu söylemem önemli, zira erkekler erkek arkadaşlarını bir yere koyarken onları bu sıfatlarla donatmıyorlar. ve erkekler bir bayana bu sıfatları reva gördüğünde adeta bir camın yanına kadar sokulmuş, elini yansımasına siper etmiş, içeri bakan biri gibi değer biçerken buluyor kendini...

ben ona değer biçtiğimde uzaktaydı O. Ankara daydı.
yıllar yılı durmaksızın geçtiğim, bir molayı bile çok gördüğüm Ankara, bana ne çok insanlar ve dostlar getirdi, ben bile inanamıyorum. heleki son iki yılda... ilginç.
şimdi kimbilir nerde ve ne yapmakta.

ne kötü ki! bir beraberliği sonlandırırken ona bağlı herşeyi de yoketmek zorunda kalabiliyorsunuz. bir dalı keserken, onunla beraber üzerindeki en nadide meyveleri, çiçekleri ve güzellikleride yok saymak zorundasınız. belkide hiç gerek yokken... en güzeli, o dalı hiç kesmemiş olmak olurdu ya! neyse.
Yoksa, ben yine abartıyor muyum? bu kısa tanış kalmışlık zaman dilimini.

vedalaşmamıza bir nebzede olsa komik bişeyler katmak istemiştim son mailleşmemizde... aslında ne acı...

''msn de 'td' harflerine bir atama yapmıştım... daha sonraları o atamayı unutmuş gitmişim.... ama yanışlıkla da olsa hiç çıkmadığını fark ettim... :))normalde bir dolu surat yanlışlıkla durmadan çıkar bilirsin... bu iki harf niye hiç ama hiç denk gelmiyor diye düşünmüştüm..... gelmiyor çünkü...
T ve D hiç bir araya gelmez...
yani mesela ...'yoğurtdan' diyemezsiniz....
'yoğurttan' dersiniz... bu tabi yoğurdun yada yoğurtçunun suçu değil :)....
bu,
''fıstıkçı şahap'' ın suçu ..yani sert ünsüzlerin benzeşmesi :)...
bekide senin isminizde ..TT olmalıydı ....''

herneyse....

sohbetin akışkan birşey olduğunu öğreten, seviyeli bay-bayan ilişkiler uzmanı, ince fikirli ve zeki dostum... sen bu satırları hiç bir zaman okuyamasanda... umarım sen ve ev arkadaşların çok iyisinizdir, ünserin çok sık üzmüyordur inşallah seni, matematiği hala çok seviyorsundur, umarım sana değer veren bir patronun olmuştur artık, belkide yeniden üniversiteli olmuşsundur-olmak istiyordun en son-, belkide... O, uygun kişi girmiştir hayatına ve mutluluğun katlanmıştır. imkansıza yakında olsa; kim bilir bir yerlerde bi zaman yine karşılaşılır...

sağlık ve esenlikle... Allah herşeyi gönlüne göre versin... (Amin)

GÖNLÜMÜN İNTİHAR ARZUSU/içinden deniz geçen şiir

GÖNLÜMÜN İNTİHAR ARZUSU

Yaprak kokularında akşamı duyuyorum
Ki beni yokluk denen yere yaklaştıracak.
Yaprak kokularında akşamı duyuyorum
Ki alnımda sulardan şarkılardan bir şafak.

Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi
Ki yelken gibi açmış yasını gençliğimin.
Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi
Ki geçer dalgaları içimden serin serin.

Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine
Ki bir anda yaşasın iç içe rüyalarım.
Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine
Ki dökülsün, dağılsın, yok olsun hülyalarım.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

neydi...

içinde(n) 'deniz' geçen bir şiir vardı... bi de şairi üç isimliydi...

anlayacağınız, google bile kifayetsiz ...

neydi be! o...

22 Ocak 2010 Cuma

eğri cetvel...

eğri cetvel doğru çizmez...

eğri insanlarla da doğru gelecekler inşaa edilemez... onları doğrultmaya çalışmaksa en ahmakça şeydir. hem neye göre doğrudur, size göre mi?... ve pardon! siz kimsiniz ve kendinizi ne sanıyorsunuz.

insan, bir vadi boyunca binlerce yıldır aynı denize dökülen bir su gibidir. suyun vadide, yer yer şekli, akış hızı ve yatağının durumu değişsede, o hep aynı vadide, aynı denize akar, durur... benliğindeki depremler ve tüm tektonik hareketler hariç tabiki, ama heyelanlar ve taşkınlar bile hariç değildir.

siz, şimdi ister bu vadide o suyu hasretle kana kan için... sahip olun... sevin... özleyin... isteyin... bekleyin...
ama istediğiniz su, bu su değilse ya da biraz 'rütuş istiyor' gibi bir yanılgıya düştüyseniz...
lütfen, bırakın aksın! bir seveni gelir, bulur orayı... vadi ile oynayıp yatağını bozmayın... tabiata ayar vermeye çalışmayın...
ne başkaları için kendi vadi yatağınızla oynayıp tahrip edin, ne de başkasınınkine bunu yapın...

bırakın.... lütfen doğal kalsın... güzel kalsın

20 Ocak 2010 Çarşamba

Bir Nenenin Halleri...

Anneannem bizde kalıyor şu günlerde... ilgi ile izliyorum kendisini... nedenini tam olarak anlamasamda erkek torunlara acayip bir ilgisi var :)... seviyor kadın. En olmadık şeyi yapıyor mesela bir erkek torunu... verdiği tepki en fazla şu:
''bak sen!.. nenesinin yiğidine...cık-cık''
bu ne yahu...
ama aynı yoğunluktaki hatayı kız torunu yapınca, anında ipini çekiyor :).

bunlar dede ve neneler için olağan şeyler tabi.
ama asıl sorun şu nenenemde ... kadıncağız öyle bir hale gelmiş ki bi türlü çözemiyorum. mesela STV ve ya Kanal 7 nin programlarındaki en acıklı hayat hikayeleri ile besleniyor. Üzülüyor, kafasına takıyor, ertesi gün takip ediyor... vs.. vs...
ve bu içine işlemiş durumda.

gün içerisinde izlediği programlara öyle kaptırmış ki kendini... durmadan ''vayhh.... tühhh.... cık-cık...'' şeklinde veryansın ediyor. geçen gün ne oldu?... haberleri izledik ve sonrasın da para piyasası başladı, spiker ingiltere borsasındaki altın fiyatlarının artığından ve borsanın düştüğünden basettikten sonra....
nenem..... '' vayhhh.... Allah başa vermeye...tühhh..'' şeklinde tepki verdi... :)

daha sözüm yok...

Gölge


Gölge, her daim ölüme meğilli olan bedenin topraktaki yansımasıdır. Bu sebeple, öylece yere uzanmış gibi durur.
(30.07.2009)

18 Ocak 2010 Pazartesi

ŞEHİTLERİMİZ !


Bu resim, çoğunuzun adını bile bilmediği bir ilçedeki kaymaklık binasında çekildi...

Memleket olarak belki çok kimsenin elde edemediği güzel şeylere sahip olduğumuz gibi, yine çok kişinin gariplikle bakacağı olumsuz şeylere de sahibiz... :S
Bu resimlerdeki askerler, askerliklerini yaparken araba kazasında, eğitimde ya da hastalık sebebiyle vefaat etmediler... vefaatlarının sebebi malüm elbet... ve acı!...

Ama bu hastalıklı durumu kanıksamış durumdayız... yanlışın tekrar edilmesi, yanlışa alışmayı beraberinde getirmekte ve az az verilen uyuşturucu gibi, habersizce ölmekteyiz.

Ama, bu fotoğrafta çok daha acı, başka bir şey daha var... Panonun en sağ kısmındaki çerçeve boş. Yani öyle kanıksamışız ki Şehitliği , adeta bir bebeğin seneye de giymesini hesap ederek büyük aldığımız ayakkabı, atlet ve ya pantolon gibi, Şehitlerimizin Panosu da, önümüzdeki senelerde kullanılabilsin diye! boş çerçeveler bırakılıyor.

Çok afedersiniz ama, adeta talihlisini bekler gibi bir hali var panonun(!).
Herkes biliyor... panoyu yapan da, yaptıran da, bakan da... o boş çerçeveye ihtiyaç duyuyor. Kim bilir belki de o panoda daha çok boş çerçeve vardı ve hepsi sırayla doldu :(...

Benim ülkem... benim topraklarım hep ama hep zor zamanlar geçirmiş...
Ticaret yolları... Büyük İskender... Haçlılar... Moğollar.... Osmanlılar.... hep burdan yürümüş ve her el değiştirdiğinde yıpranmış, aşınmış. Coğrafyada kayaların aşınmasında fiziksel ve kimyasal çözünmesinden bahsedilirdi, aynı onun gibi.

İşte şimdi; Ülkemin, adını bile söylesem unutacağımız ilçelerindeki koridorlarında Şehitlerimiz'e saygı panolarımız var... Evet şüphesiz bu panolarda, geçmişiniz bile olağan olmama durumunu okuyabiliyoruz.

Seneye de kullanılsın diye yapılan panolarda... Vefaat edeceklerin yeri şimdiden garanti (!).... ben ölmeyip gelince askerden... bize düşen bunları görüp ahkam kesmek sanırım... bu bir isyan değil ve herkes kaderini yaşar ama... panodakiler mi şanslı yoksa panonun önündekiler mi? bilmiyorum....

ve keşke biraz daha inanarak söyleye bilsem! Umarım o son çerçeve hep boş kalır....


Son olarak;
Tüm Şehitlerimize Allah'tan tekrar tekrar Rahmet dilerim...

17 Ocak 2010 Pazar

limon

zor şartlarda üretilen fikirler, olağan koşullarda asla üretilmeyen, tamamen çelişik/garip fikirler olabilir.

***

çorbama limon sıkarkan ,limonun dış kabuğu elimde kalacak şekilde, içinin tamamı çorbaya düştü... aynı bir muz gibi soyuldu limon...
olağan değildi!!... çözüm üretmeliydim...
bir an için limonun içini çatalla delerek kaşıkla ezebileceğimi, böylelikle suyunu çorbaya akıtıp posasını çıkarta bileceğimi düşündüm. ama koşullar çoktan değişmişti ve o kadar kolay olmayacaktı...
limonu bir kaç çatal darbesiyle deldim.
ancak etli kısmının normalden sert olması sebebiyle kaşıkla ezmenin bir işe yaramadığını gördüm...
birden limonu ön dişlerimin arasına alıp sıka bileceğimi hayal ettim... kaşıkla çorbanın içerisinden bulduğum limonu ağzıma götürdüm... ancak bu kezde limonun çorbaya bulanmış olmasından ötürü, kaydı ve ağzıma gitti. refleksif olarak limonu dişlerimle sıktım... yoğun bir eşki( ve ya ekşi.. hangisi hala karıştırırım) tadı ağzımı esir aldı... ama hala limon suyu ile çorbayı birleştirememiştim. Bİrden; birkaç kaşık çorbayı ağzıma götürüp, ağzımda gezdirdikten sonra yoğun limon sulu çorbayı kaseye geri boşalta bilirim diye aklımdan geçirdim...

evet... ekşi sinir hücrelerini haddinden fazla uyarıyordu ve artık sağlıklı düşünemiyordum... son anda bunun iğrenç bir fikir olduğuna kanaat getirdim. zatende otelin restorannıda olduğum için daha da garip! bir durum ortaya çıkabilirdi. mevcut limon suyunu yuttum...
çorbam hala limonsuzdu...
son çare olarak limonu dilimin altınaalarak kıtlama usulünü çorbaya uygulaya bileceğimi düşündüm... ama yoğun ekşi tadına maruz kalmamdan ötürü sadece 5-6 kaşık dayana bildim ve limonu yuttum... çorbanın geri kalanını ise limonsuz içtim....

***

şimdi...
görmekteyiz ki... koşullar anlık olarak değiştiğinde, hedefe ulaşmak için düşünmeksizin (ya da az düşünerek) verilen kararlar; durumu, yeni kararlarla tadil etmemize neden olabilir... buna rağmen, istediğimizi yine de elde edemeye biliriz...

belkide kapkıp bir limon daha almalıdır ve olağan koşulların oluşturulmasına özen gösterilmelidir

ancak unutmayın!.. zor şartlarda üretilen fikirler sizin sivrilmenize ve öne çıkmanıza da yardımcı olacaktır....

Bkz: Çanakkale Savaşı...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Ela Nur


Sen doğduğunda Ela Nur… baban acemiydi… memleketin en acemi babası O’ydu, bundan eminiz. Ama annen daha profesyoneldi, bundan da eminiz :)… Hastaneye çiçek getirmiştik, yine bu tip durumları bilemeyişimizden olsa gerek, oturuşumuz ve kalkışlarımız da hep eğreti bir hali vardı. Yanlış hatırlamıyorsam bir hastaneye doğrudan yaptığım ilk bebek ziyaretimdi, zaten bizim gurubunda ilk bebeği sendin. Bu durumda bu guruba dahil olacak tüm çocukların ablası olacaksın. Bu değerli olsa gerek ...


Bi ara hastane de Ferdi ve Onur amcanla babana bakıp evlilik ve çocuk sahibi olma isteğimizi sorguladık :) Muhtemelen o sırada en profesyonelimiz ise sendin. Hani çocuksun ya daha… ha işte öyle yani, bir şey yapmana gerek yok ve çocuksun işte… daha ne olsun.


Ben şimdi uzaktayım, seni görmeyeli bayağı oldu. En son, Onur Amcan seni kucağında ordan oraya sürüklüyordu… zaten biz ne zaman bir araya gelsek senle oynayacağız artık.


Ben uzaktayım dedim ya… Çiftehan’dayım. Buraya tatile geleceksiniz. Baban ile Onur Amca’nın dalga geçtiği kümesimden en güzel yumurtaları toplayıp, sabah kahvaltısında sana yedireceğime söz veriyorum:). ‘’Böyle söz olur mu yaa!! ‘’ deme çam sakızı çoban armağanı demişler:) Zaten fiziksel sevgi gösterme konusunda yetersizliğim vardır benim… seni doyasıya kucağıma almayışımda biraz incitmeme isteği olduğu kadar, bu sevgiyi gösterememe şeyside vardır. Benim sevgi anlayışımda sözler, hediyeler, ve değer vermişlik vardır ancak.. ha bi de önemsemeler.


Bu yazı aslında, senin doğumunun gerçekleştiği hastanenin web sitesindeki, hoşgeldin sayfası için yazışmıştı; ancak biraz uzun bir hoşgeldin yazısı olduğu için sanırım, yetkililer yayınlamadılar:))... bende buray yazıyorum işte...

Her neyse, bak ne geldi aklıma…

Yılmaz Erdoğan, bir şiirinde ‘’işin zor kızım; hem büyüyecek, hem… bizi büyüteceksin’’ diyordu.

Seninde işin zor Ela Nur… hem büyüyecek… hem Anneni, ama daha çok Babanı büyüteceksin :))…


Sana güzellikler diliyorum hayatta... ve seni, çok güzel bir gelecek bekliyor, biliyorum.

Tekrar aramıza hoş geldin Ela Nur…



Sevgiler.

Seni seven İsmail Amcan/istak

11.01.2010

11 Ocak 2010 Pazartesi

emel

yılları yılı alınmayan ama almak için hep telaş edilen şeyler vardır hayatta. Çok uğraş, para, bilgi, ilgi falan ya da filan istemezken, insan o emelini gerçekleştirmemek ister gibi yaşar bazen.... valla olur böle şeyler.
küçükken, benim aklımda bir kaset vardı misal. ne zaman aklıma gelse ''alacam lan... bak gör alacam o kaseti''derdim... ufağız ya!!
lan, attı üstü bi tane kaset yani. en fazla ne kadar hayatın içerisindeki amaç rolünü biçebilirsin ki, bir kasete. sonra fark ettim ki müzik kültürüm yokmuş o zamanlar. üç-beş kuruşuda gidip kasete yatırmayı salaklık saymışım kendimce, ve alınmamış kaset. büyümüşüm bu sırada, ama kaset hep aklımda, onu alabilmek ise gözümde büyümüş, sanki yapılması çok zor bişey gibi.

yine böyle avare dolanırken taksimde/istiklalde, hiç aklımda yokken bir kasetçide, ''aaa! aradığım kaset'' diyip, alıvermişim . toplam 10 saniye...
hayat listesinde, yapılması gerekenlerin en üstünde unutulmuş bu emele tik atıvermişim.

kaseti alınırken... çocukluğuma ait hayaller o dükkanda bırakılmış.
şimdi diyorum....
keşke almasaydım o kaseti... en fazla ne kaybederdim...

10 Ocak 2010 Pazar

üçlemek


hahaha....
Önce Ankara'da evin önünden ayakkabım çalındı...
sonra çok yüksek bir kabiliyetle çay içerken kupamın içine telefonumu düşürüp telef etmeyi 'başardım'...

en sonuncusu,
belkide en güzeli ...
takımımın ceketini kaybettim. bir insan evlatı durmadan sırtında taşıdığı ceketi nasıl kaybeder? sorarım size... bi yerde mi unuttum, biri yanlışlıkla ceketimimi giydi, arabanın birinde mi unuttum.. valla bilmiyorum.

bir inanç gereği 'üçledik' diye bakıp avunsamda, ard arda yapılan salaklıklar diye düşünüyorum.

Acil!

demin yazıyı yayınladıktan sonra sabah işimin olmasından da ötürü yatayım dedim...
ama telefon çaldı.
gece 01 de çalan telefonlar pek hayra alamet değildir ya hani. tahmin ettim gibi çok sevimli değildi haber. otelde birisi rahatsızlanmış ve hastaneye gitmesi gerekiyormuş, kimsede yokmuş götürecek, babamı çağrıyorlar. tabi hayırlı evlat modunda görevi hemen üstlendim, babacığım yatsın diye.

hemen giyinip çıktım, ve otele gittim.
gittiğimde, bi tane adam eşomanı ile dolanıyor dışarda. daha rahatsız birini beklediğimden olsa gerek garipsedim.
öğrendik ki, abimizin sağlık problemi kaşınması imiş.
tabi bu da acil bir durum sayılsada ne kadar acildir bilemiyorum.
aldım pozantıya götürürken sohbet ettik. çok suratsız ve sevimsiz değilimdir... ama taktım.
yani adamın kendi arabası varmış ve neden kendi gitmemiş bilemiyorum.
karısı oteldeymiş ama kocasının kaşınma sorununu çok sallamamasından olsa gerek, kendisini görmedim bile.
neyse gittik...
tabi acil denilen yer çok sevimli yerler değil. biraz bekledikten sonra doktor baktı bana ve oturmamı falan söyledi. kısa bir tetkikten sonra adı yanlış hatırlamıyorsam avil olan bi iğne yaptı.
bu arada gelirken adamın kaşınma sıklığı yanlızca 2 dakika da bir oluyordu ki bu da çok demek değildir gibime geldi.
taktım ya kaşınmanın o kadar da 'acil' olmadığına... bi de abimiz eğer doktorun teşhis ve tedavisi yeterli olmaz ise adana ya giderim falan diyince?! daha da garipsedim.
sanırım kendisinin kaşınarak öleceğini falan sanıyordu...
her neyse... iğnenin tam etkisi için 10 dakka oyalandık ve bu süre zarfında kaşınma sıklığı yarı yarıya azaldı... tabi pür dikkat iziliyorum ben.
'azaldı, kaşınmıyorsun' dedim.. ikna olmadı. sonra doktor bu kez adının ne olduğunu sittin sene dursam hatırlayamacağım turuncu 40 ml bi iğne daha yaptı. 60 lığıda varmış ama yapmadı...
sonra ilacın etkisinin ortaya çıklması için doktorumuzun 'genlerin hatırlaması' başlıklı tezini dinledik... sağlık sektörünün sorunlarından dem vurdu... bu arada benim gözüm adamda tam 10 dakka hiç kaşınmadan durdu bu kez. sevindim tabi...
öyle olunca izin istedik...
yoksa doktor, cinayetimize sohbet süsü verecekti konuşmaktan.

vel hasıl; hastalık hastası bir adamla geçirilmiş bir, iki saatti.
artık yorgunluktan ölüyorum....

bul karayı, al parayı

el kadar kasaba diyip geçmemek gerekli...

burdan demir yolu, dere, E-90 hatta otoban geçiyor...
ayrıca askeriyenin tafiks hattı ve bi de petrol boru hattı var. tüm bunlar küçükcük bir vadide olunca zor oluyor tabi. hatta iki yıl önce sonraj makinesinin birisi hattı delmiş... :)
''hattı bulana oyuncak ayı falan mı veriyorlarmış'' dedim. kimse anlamadı.
tamam espiri bile sayılmaz ama, 50 cm lik bir hattı nasıl tuttura bilirsin ki?...
bi de istanbulda metro istasyonunun tavanını delmişlerdi.

bu arada dağdan mantar topluyorlar ara ara, itiraz etmeden yiyorum.
korkuyorum mantarı yedikten sonra; ama bişi de olmuyor genelde. gelecek, yeni gelişmelere gebe olabilir.

bir parayı ardarda atarsak, en çok kaç kez tura gelir, ki? bu soru nerden çıktı demeyin. mantardan ölme olasılığımla, sondaj yapılarak petrol boru hattını bulma olasılığının aynı olduğunu tahmin ediyorum. zira ikisinide yapan, buranın insanı :)

7 Ocak 2010 Perşembe

Adana - Ankara


en son yazıyının üstünden bir hafta geçmiş. son kullanma tarihi geçmiş yiyecekler gibi.
31 aralık günü saat 16.00 da telefon geldi.

'' deyzeoğlu, benim araba niğde'den geliyor, istersen sende gel ankara'ya''
dedi, deyzeoğlu...
sanki yılbaşı için bir eğlence çıkmasını son ana kadar beklemişim gibi, hiç düşünmeden önce ulukışla'ya, ordan niğdeye oradan da ankara'ya geçtim. saat 23 de ankara da kuzen dicle'nin emek'teki evini elimle koymuş gibi bulunca, kendimle gururduydum. bi annenin evladıyla gurur duyması kadar tek taraflı bişeydi bu.
onlar içinde güzel bir suprizdi ... ama! iki kişilik dev bir organizasyondu onlarınkisi... balonlar, ışıkları bile olan bir ağaç, duvarda 2010 yazısı, dileklerimizi yazacağımız küçük keseler vs...vs.. aslında çoğu bizim kültüre teğet geçen, ama bi o kadarda hoş detaylardı :) dicle ve duygu ile hiç program yapmaksınız 3 kişi ile memleketin en eğlenceli yılbaşlarından birini geçirdik. 1 ocak ğın ilk saatlerinde duygu'nun doğum günü pastasını kestik. hediye getirmemiş olmamı daha sonra yine bir suprizle telafi edecektim.

sonra atladık arabaya, gece 2.30 da kısmen tanıdığımız ve içinde yeni tanıştığımız 8 kişi ile bir araya gelerek, yine gecenin en farklı tombala birlikteliğini oluşturduk. bizi görenler, o geceyi günler öncesinden programlanmış sanırlardı. işte hayat bu kadar iyiydi bazen.

sonra bunu, ankara'da geçen bir birinden güzel üç gün izledi...
ama herşey bu kadar iyi gitmedi... geleceğim gün henüz yeni alınmış ayakkabım çalındı, kapının önünden. bunada çok güldük nedense. :)...

çiftehan a döndüm, koşuşturma ve yeni insanlarla tanışma telaşı devam etti. burdaki lakabım 'mimar' olarak hafızalara kazınmasına ise ramak kaldı. ismi sallayan yok anlayacağınız.

ve dün gece... kitap okurken
telefon çaldı... çay fincanımı ve kitabı masaya bırakıp telefona uzandım. telefon elimden kayıp çay dolu kupanın içine düştü. normal zamanda 'bu telefonu bu fincana sığdırın' deseniz... zorlanmanız muhtemelken.... daha 18 taksitten yanlız 1.sini ödediğim.. kamerası, interneti, zartu zurtu olan ve fiyatı 100 tl nin çok çok üzerinde olan ilk telefonumu, bir sıvının içine düşürmeyi ''başardım''.. o telefon özel olarak uğraşılsa bile o kupaya sığmazdı :)...
evet gülüyorum...
çünkü...
yine üşenmeyip sabah sabah kvk servisene, taaa adana'ya telefonumu yetiştirmeme rağmen... kvk dan
''telefonunuzun tamiri ekonomik olarak mümkün değildir'' mesajı geldi... anlayacağınız 2010 u bi yana bırakın, 2011 de bile bu telefonun taksitlerini ödüyor olacağım... ama artık telefonum yok. yine eski nokia 11 00 telefonuma dönemeyi düşünüyorum.
''cana geleceğine mala gelsin'' diyerek... çay içmeyi ve telefona aynı anda bakamama beceriksizliğimi, hatta salaklığımı perdelemeye çalışıyorum artık, yapacak bişi yok.

ve ben artık bankadaki son paramı harcadığımı zannediyorum. mezun olduğumdan bu yana bıraktığım ''baba parası ile yaşayan evlat'' tipine geçmeme ramak kaldı.
***
***

tüm bunları niye anlattım...
aslında fazlasıyla iyi gidiyor herşey. ama herşeyin iyi gitmesi birilerine batıyormuş gibi... en can sıkıcı şeylerde beni buluyor son bi haftadır.
biri fena dalga geçiyor ya!
du bakalım.