30 Ekim 2009 Cuma

Bir Cinayet Silahı Olarak; TUZ


konuyu dolandırmayacam arkadaş...
ahanda! ...dannn diye itiraf ediyorum....
çocukken bahçedeki sümüklü böcekleri tuz ile öldürmüşlüğüm vardır. çok küçüktüm tabi.
bu eyemin sonu genelde
''nihahaha....''
şeklinde bir gülüşle süslenirdi!...bunu bir laboratuar deneyi gibi bişey sanıyordum, zaar ki ...

daha sonraları salyangozları çok sevmemin bu aşırılığımı bastırmaya çalışmamla alakası olabilir diye düşünüyorum ya da ne bilim, en azından günah çıkartmak gibi birşeydi belki...
ama böyle yırtacağımı sanmıyorum öte tarafta... (ühü)

o da bişey mi... sonraları bahçe hayatım geliştikçe bir takım anı ve gözlemlerim bile oldu salyangozlar için; ama en büyük saflığım insanların bu bilgilerden etkilene bileceği olmuştur. :))

''salyangoz yumurtasını nasıl korur?, salyangozların yararları, beslenme saatleri''
başlıklı konuların insanlar arasında çokta prim yapmadığını gördüm ...
hele ki kızlarla sohbette; arkalarına bakmadan kaçtıklarını hatırlarım. :)
kızlar genelde...
'' bizim sokakta da bi çocuk vardı, oda oynardı böceklerle, pis biriydi yauuvvvv''
şeklinde konuyu bağlarlardı :) bana ise gidip kafamı duvarlara vurmak kalırdı...

kızlarla zaten nasıl sohbet edeceğimi hiç öğrenmedim...
amannnn!!!! canım neyse işte...

sonraları iyiden iyiye sevdim bu hayvanları ... yolda görürsem alıp bahçelere geri atmaya falan başladım, o derece. (salyangoz camiasına karşı yapılan nasıl bir yalakalık anlaya biliyor musun, arkadaşım?)

şu sıraları, yaptığım çizimlerde salyangozu imza gibi birşey için kullandığım çok oluyor.
salyangoz; ''evini sırtında taşıyan, aynı anda kablumbağa olmayan, yumuşakçalardan bir sümüklü böcektir''
benim için... hayatıma cinayetlerle dahil olmuş ve bir daha da çıkmamıştır :)...

yauvvv! düşünüoyrumda ... tuz değil sadece, bi de iç organları incelemek için yaptığım katliyamlar var...ühü ühü... yatacak yerim yok, valla...
abooo... karıncalar var bide... üfffff....
lannnn!!!

28 Ekim 2009 Çarşamba

27 Ekim 2009 Salı

Sol anahtarından ağaç yapmak


Eskimiş sol anahtarlarınızı atmayın... onlardan ağaç yapabilir evinizin bir yerlerinde kulanabilirsiniz mesela...
bizim kültürümüze biraz yabancıda olsa yılbaşında süslene bilir falan ... ya da benim gibi müzik portelerinize çamaşırlarınızı asabilirisiniz...
ağaçtır nihayetinde ne bilim atmayın yani... :)

24 Ekim 2009 Cumartesi

İMECE

düşündüm de .... yardımlaşma esaslı birliktelikler çok daha güzel ürünler vermemize sebep oluyor.
bende kendimce, yardım kuruluşları ve dernekler için mimari danışmanlık ya da çizimler yapabileceğime kanaat getirdim... netice de herkes her şeye sahip değil...
bu kurumların illa paraya, öğretmene ya da doktora ihtiyacı yok ya... zaten para nanay, hem olsa bile borçlarım için bana gerekli, neyse bu başka bir mevzu...

ama bu kurumların belediyede bir işi olur, çizime ya da tasarıma ihtiyacı olabilir; veyahut inşai bir keşif, metraj... ne bilim etüd falan gibi bir dolu ihtiyacı olabilir. zaten bunlar her tadilat ve ya inşaat için de gerekli şeyler.

şöyle bir köyde, kasabada ya da ilçede bir okulun, sağlık ocağının tadilatında katkım olsa kötü mü yani...
evet... evet...
devlet, millet için kabiliyetler paylaşılmalı. imece usulü denen bişey var... de mi ama! hem halka hizmet Hakka hizmettir,
her koşulda yardımlaşmak iyidir...
du bakayım bi...

Çapa/Çaba

çoktur bilgisayarda çizim yapmıyormuşum, bunu anladım son günlerde. bir mimar olarak çizmek, tasarlamak hele ki bilgisayar destekli modelleme ve dahası... hepsine o kadar uzak kalmışım ki.
yorulmuş muyum yoksa bıkmış mıyım ya da artık 'bizden geçmiş' havası mıdır bu, bilmiyorum.
autocad in siyah ekranından sıkıldığımı andım bir kez daha.
gerçi bu sıkılma huyu genel bir huy, her şeye ve ya herkese olur.

bence, insan bir çapa gibi bişeyi sürülüyor peşinde. biz hayatın yollarında öyle yada böyle yol alırken gerimizdeki o çapa, takılıyor bir yerlere. sonra hiç farkında olmaksızın -çapa ipinin uzun olmasından ötürü- yerimizde dönmeye başlıyoruz. bir pergel gibi...
o çapa nedir dersek....
büyüdükçe boynumuza asılan görevler, istekler, başarma dürtürsü, kaybetme korkusu vs vs .... oysa çocukken yoktur bunların hiç birisi... öylece koşup oynerken dert etmeyiz bunları...

evet, çizim diyordum... konu dağıldı ...
bir yere çapam takılmış... dönüp duruyorum sanki...
yoo yooo... mutsuzluk değil bu dediğim aslında... mesela bir göl kenarında hapsolsa insan, mutsuz olur mu?... onun gibi her döngüde mutsuzluk demek değildir. bazen iyi bile sayılır, algıyı artırır.

ama dönmek bir garip bişeydir... bakmayın dünya dönüyor...
o, onun işidir.... insan ise yürümek için uzun bacaklara sahip; yani yol almak için tasarlanmış....
tek sorun şu; nereye ve ne zamana değin!?....

heyecanlı kurşun



televizyon izlemiyorum, haberleri ise hiç!...
ama dün akşam yanılıp şaşıp şöyle bir baktım.
4 yaşındaki bir kız çocuğunun, komşunun düğününü izlerken balkonda bir serseri kurşunla can verdğini duydum. ateş eden ise bir kadınmış.
'düğünün neşesiyle ''heycanlandım'', kocamın silahıyla havaya ateş açtım, pişmanım' gibisinden bişeyler demiş.
evet, Hz. İsa doğalı neredeyse 2010 yıl oldu, ama biz yontma taş devrine bile geçemedik sanırım ki, bu odunlar... hala odun.

ve başka bir olay daha, ve en az bu kadar acı.
'orta yaşlı' bir akrabam yakın sayılan bir geçmişte, depremlerin oluşma sebebini 'dünyanın bir öküzün boynuzu üstünde durmasının' sebep olduğunu söyledi. (evet akrabağam olduğu için utanıyorum)
'sahiden böylemi düşnüyorsun?' dedim.
' ne bileyim, emmicik öyle dediydi, yaa!!' diye cevap verdi.

velhasıl kelam
biri 'heyecanlanır' birini öldürür, diğeri 'emmicik' dediği zırtapozu kıçıyla dinler.
iyimser olmak istiyorum; lakin bazen beceremiyorum. Ve kim bilir ben,en son ne zaman zevkle güzel bir şeyler çizdim.

20 Ekim 2009 Salı

bir vapurun homurtusunda








pramit yaptın ama akıyor, n'aber...

evet... pramitler.
uzun uzun düşünüp, günümüzle alakalı olmayan ve asla ispatlayamacağım bir şey buldum. oda şudur.
çok çok uzun bir süre pramitler yağmura maruz kalırsa (ama çok uzun süre); kral ve kraliçenin mezar odalarına su sıza bileceğini düşünüyorum. (belki normalde de akıyordur, bilmiyorum)
neden?
çünkü bunlar neticede taş! hiç bir yalıtım malzemesi yok aralarında . bu da bize bunca 'yapı yığınının' yalıtım probleminin çözülmediğini gösteriyor. yani, antik çağın 7. harikasının durumu ortadayken, benim evimin çatısı akıyorsa çok mu?!...

peki... bu bilgi neyimize yarıyor.
aslında, hiç bir şeyimize...
zaten ispatlanması ya da araştırılmasıda çok zor.
onun için siz bu yazıyı okusuysanız, hemen unutun....
bende çizimime devam edeyim.

kendiliğinden ekleme: beş katlı ev dahi dikememiş olan benimde, pramitlere pok atmam ayrı bir ironidir, hani...

18 Ekim 2009 Pazar


düşünmek özgürlükse, yazmak; kuş olup uçmak demektir.

17 Ekim 2009 Cumartesi

bir vapurun homurtusunda...

dünya bir acayip... tam on yıl oldu bu ay, tam on yıl istanbula yerleşeli. şimdi ise herşeyi topladık taşınıyoruz. ekim sonu itibariyle gitmeyi (en geç kasım başı olur galiba) planlıyorum . öyle topladık ki eşyaları, sanki buraya gelip kaldığım hiç belli olmasın, der gibi... garip.
oysa 'daha dün gibi' formatında yaşanan herşey....ve sahiden de dün gibi. insan yaşlanmadan -ya da büyümeden mi demeli bilemiyorum- anlamıyor hiç bir şeyi. gidiyorum demek bişey değil hani, ama gitmek öyle mi?!
sabahleyin vapurla, kadıköyden eminönüne geçtim; bıraksan ağlayacak bir hava vardı üzerimde. düşündüm! gidiyorum ya, 'kimse seni benim kadar sevemez istanbul' dedim kendi kendime...
oysa ne çok seveni var. kaldı ki , benim sevgim sevgi mi? kimilerinkinin yanında.

elimde valizle binmiştim vapura, evi gönderdik gitti memlekete. kısmen evsiz sayılırım. abimde, kardeşimde kalıyorum. ama acındırmaya gerek yok, çünkü aile ile kalmak evsiz kalmak değildir. yinede evsiz gibi hissediyorum o evlerde kendimi. bilgisayarım yok, masam yok, kitaplarım yok en acısı odam yok. düşündüm de ne zaman alıştım diye 'odamın olması' kavramına. ilk kez üniversite de olduğunu anladım. yani istanbul'a geldiğimden beri odam vardı benim. memlekette hiç olmamıştı. çocukluk olsa gerek önemsememişimde. ama okurken değişti herşey ve işte şimdi hiç bir şeyim yok gibi hissediyorum.

Ferdilerde kalacam biraz, okuldan arkadaş kendisi ve ailem kadar yakın elbette.

Yılmaz Erdoğan geliyor aklıma 'sen gidiyorsun ya, herkes sana benzeyecek' diyordu. bu şey bir insan için söylenesi; ama yinede bir şehre de yakışıyor, sanki.

İstanbul, senden gidiyorum ya, dönerim her halde birgün!...

10 Ekim 2009 Cumartesi

GİDERKEN...

İstanbul'da geçirdiğim son günlerim, yani en azından şu son zamanlar için.
Bugün dostlarla buluştuk... İstiklal'den yukarıya çıkarken öylece, hayatımın son on yılını ve tabi ki en değerli on yılını düşündüm. sadece yıllar değil geçip giden bloger, hayatın ta kendisi.

Bir yandan evde eşyalarımı topluyorum; diğer yandan yepyeni bir başlangıca yelken açıyorum.
Küçücük bir kasabaya gitmenin biraz korku dolu hüznü var üzerinde. Sanki kaçıp gelecek gibi hissetsem de, bu benim için bir fırsat havası var şimdi.

Var mısın yok musun da tekliften sonraki durum gibi halim, hiçde izlemem o garip yarışmayı. Tüm yayın hayatı boyunca topla 10 saati bulmamıştır; belkide 7 hatta 5, bilmiyorum. işte Hamdi denen şahsı muhterem bir şeyler sunmuş bana, bende öyle aptallaşmışta bir seçeneği seçmişim gibi. Birazdan tercih ettiğim kutu kalacak elimde.
Bir yerimde patlamasından tırsarak bakıyorum tercihime.

Bizim oralar, yani toroslar, Akdenizde bir Çukurova yaylası.

Şu anda ... tam da şu anda artık yeni oyun başlasın, yeni hayatıma biri 'perde' desin istiyorum ve o perde kapanana kadar çok güzel bir oyun arzuluyorum. Allah her şeyi bilirken, bazen bir parça bilgi sızdırmak istiyorum.

Gelecek...
nasıl bir gelecek acaba...
gittim blog... şimdilik bu kadar...

8 Ekim 2009 Perşembe

4 Ekim 2009 Pazar

Tanrı ile Konuşmak

bugün bir şehit haberi daha gördüm, acılı anne haberi duyar duymaz yüzünü yolarcasına tırnaklarını yanaklarında gezdirdi defalarca, bakamadım. bir bilimsel açıklaması olmalı diye düşündüm yüzü tırnaklamanın, acıyla alakalı olarak.
sonra...
sonrası yok aslında...

düşündüm Allah'ım, herkes seni nerde bıraktıysa orada buluyor sanki. 'bıraktıysa' lafını özellikle seçtim, çünkü senle olan bir randevuya geç kalan hep bizleriz.

biliyorsun, hayatın adilliği üzerine düşünüyorum en çok, şu şehit haberindeki gibi.
'hayat adildir' diye yazdığım şeyler oldu.
ama bugün birisi otobüse arka kapıdan binip öne para uzatmadı, adilce değil 'adiceydi'.
sonra bir sürü şey daha oldu...
bir dostumun kızı dünyaya geldi, işimden ayrılmak üzere karar aldım ve istifamı partonlarıma ilettim, ntv bilimde bir galaksinin diğer galaksiyle çarmışmak üzere bilmem kaç milyon yıl sonrası için randevulaştığını okudum. herşey öyle olağan ki ve sanki her olan şeyin gerçekleşme enerjisi aynı...
senin için bir galaksinin ölmesi ile bir çitanın geyiğin boynunu dişlemesi, aynı şey gibi geliyor, bana.

bugün allah'ım ...bugün... aslında her gün gibi... insanlara iyilikle doluyor içim. insanlara merhamet duygum depreşiyor sanki. kaldı ki, ben kimim bunca insana merhamet edesim geliyor, bilmiyorum da... bugün kendimi o galaksi için ve aynı anda geyik için üzülürken buluyorum... hem de istifa etmişken, tam da kendim için endişelenmeliyim derken.

haberleri iziliyorum. işsizleri, yoksulları ve sonra odadan kaçıyorum. ''oturmamalı ayağa kalkmalı o insanlara iş üretmeliyim''ler basıyor beynimi; ama birazdan unutuyorum sanki. acizlik kaplıyor her yerimi... ben kimim ki diyorum.
ben; ''haa! şu dağın ötesine bir sürü ile gitsem, yarısını kurta kuşu kaptırırım'' diyip, tüm hayallerimden, azmimden ve iş bilirliliğimden gerisin geri cayıyorum.

sonra yine başka bir zaman, birini görüyorum, dinliyorum acılarını içimde hissediyorum, acımak değil bu dediğim.. ama hissediyorum. bir kız ise bu belki aşık olacak kadar sahipleniyorum onu ve acılarını; ama bu aşkta değil ki, kederlere aşık olamazsın biliyorum... ama oluyorum... iliklerime siniyor, bu garip duygusallık... anlayamadan başka bir hisse kaçırıyorum beynimi, zira orda dursa delirecek kadar öte duygulara boğuluyorum. işte burda uyku gelip sarıyor gece bedenimi, uyumasam boğulacağımı biliyorum...

ağlıyorum... bir erkeğe pek yakıştıramadığım sulu gözlülük, tüm neşeli gündüzlerime karşın basit duygusal bir müzik parçasında ya da film karesinde buğulanmaya dönüşüyor. toparlanıyorum, sanki yaptığım yanlışmışcasına...

sonra gerisin geri dönüp hayatıma bakıyorum. hiç yoktan edinilmiş aile borçları takılıyor kafama. oturup ödemeye başlasam; hani var ya
''şimdi bak! aldığım maaşı, hiç yemeden içmeden biriktirsem'' diye başlayan cümleleryemeden . ha işte , o cümlelerden birini kuruyorum ve 8-9 yıl durmadan çalışmam gerektiğini görüyorum.
ama sonra, bana verdiğin ve bir insana verile bilecek en değerli nimet olan 'akıllı olma' halimi görüyorum. sabırlı oluşumu ve anlama ve kavrama kabiliyetimin farklı olduğumu hissediyorum. eğer bunu, sokakta bir insana söylesem övünüyor olurdum; ama sana, bunu şükür için telaffuz ettimi biliyorsun zaten... buraya yazılıyorsa, burnum sızlıyorsa ve yine buğulandıysam, işte bu samimiyetimdedir.

sonra, sevdiğim kızlar geliyor aklıma... bu sızı birazda onlardan kalma, hissediyorum. ama üzülmüyorum şu anda, hiç birinin yanımda olmayışına. çünkü onlar 'birileri' için değil, kendi benlikleri için yaşadıklarını hatırlıyorum, evlenmeyi bile sihirli bir değnek gibi 'kendi' dünyalarını değiştirmek için kullanmak istediklerini hatırlıyorum.
evet!... yaptığım bir tek iyiliği bile sorgulayıp 'ama o senin için bişey yapmıyor ki' diyen tipler bile tanıdım hayatımda. sanki herşeyin bir karşılığı olmak zorunda!
''be akılsız, sen dünyaya ne verdi ki bulut sana yağmur veriyor, toprak seni doyuruyor'' diyesim geliyor şimdi onlara.
soruyorum Allah'ım neden bu tipi tipler oldu benim hayatımda... neden onlarla muhatap oldum ben? neden beni anlayan biri/kız olmadı hiç!
bu bir isyan değil hani. kavramaya, anlamaya çalıştığım bir şey sadece...

neyse... nerelere geldi laf...
istifa dedim demin...
bugün istifa ettim Allah'ım...
daha küçük bir kasabada çalışmak için. bu dev dünyayı değiştiremediğimi, aslında bana verdiğin o güzel şeyleri kullanmayı öğrenemediğim için, daha küçük bir yerde başlamak istiyorum artık.
senden çok şey istiyorum Allah'ım para, hırs, azim, yöneticilik, şans ve dahası. ama biliyorsun ki sende; hiç birisi, saf halde kendim için değil... ama güçlenmek ve senin 'iyi elin, veren elin' olmak istiyorum hayatta. en başta borcumu ödemek istiyorum...
bir nebze olsun dünyayı/dünyamı 'daha' iyi yönde değiştirmek istiyorum . çünkü bana verdiğin bu akılla, düşüncelere dalmak üzüyor beni. Allah'ım bana insanların sıkıntısını ve çözümünü ver. örneğin; beni kendi derdi için hastane köşelerinde koşturan biri yapma, böyle olursa hayatımı öylece kendime ipoteklemiş olurum çünkü... bana 'beleş' dertler değil dev çözümler ver Allah'ım.

böylece uzuyup gidiyor bu çetrefilli düşüncelerim...
şimdi daha ne diyim... aklım karışık, yazım gibi. bir kelimemden sonra başka bir şeyler geliyor aklıma, toparlıyamıyorum.

bana benden daha yakın olan Tanrım... Allah'ım... benim demediklerim bile, sende gizlidir.

kısacası istifa ettim, daha güzele ve iyiye ulaşmak için...
bize hayırlı olan şeyleri nasip et, çalışkanlık ve azim ver.
(amin)
şimdilik söyleyeceğim şey özetle budur...
sevgiler...