30 Aralık 2009 Çarşamba

saat 20:09 dan, 20:10 a geçerken ki son saniyenin işlevi ile 2009 dan 2010 yılına geçerkenki son saniyenin karakteristik yapısı tamamen aynı iken, işlevleri çok farklıdır...
biri sadece dakika değiştirirken... diğeri yılı değiştirir.

ilginç yani ...

traş

Biri sevecekse sizi, o kişi mahalle berberi olmalıdır. Mahalle berberi gaddardır, az düşünmeye programlı bir yapısı vardır. Aslında az düşünen genelde eli yeni makas tutmaya başlayan çırağıdır. Ve bu çırak, sen küçükken, büyük abileri ve amcaları traş etmeden önce, sende atar acemiliğini. Tahta bir taburenin üstünde, elinde 'klik klik klik' diye ses çıkartan üç numara makinesi ile traş eder.
Bir vitrindeymiş gibi camın dışarıya en hakim noktasına oturtulursun. O sırada berberde ve 8 yaşında olmanın tüm acemiliği iliklerine kadar hissedersin... daha karşı cinse karşı kullanmayı akıl dahi edemediğin saçların birazdan '3 numaraya' kesilecektir. '3 numara' nın , saçının her yerini 3 mm boyunda kısaltmak olduğunu anlamana ise, daha yıllar vardır.

Ve aptal berber en olmadık yerden başlar, alnının tam ortasından.
Yukarı doğru makineyi sürükler
'klik kilik klik'....
buna küçükken 'tren yolu' derlerdi... kendine aynada bakıp, bu maymun halinden, her yeni 'klik klik darbesiyle' kurtulacağını bilsende... bir kaç dakika buna katlanman gerektiğini de bilirsin...

''hadi be adam çabuk bitir''

Tam o sırada... yine küçük olmanın verdiği salaklıktan dolayı anlayamadığın ve birazda mavi önlüğün gölgesinde kalmış sınıfın güzel ve zeki kızı 'vitrinin' önünden geçer. Yanında da biri vardır. Sanki kafanın tam ortasındaki 'tren yolunu' onun görmesi yetmezmiş gibi mahalleden de birini takmış, karşına geçmiştir. Tabureye gömülsende, teşhir standı gibi bir yerdesindir ve artık çok geçtir... Sadece açı bir tebessüm gösterirsin. Onlarsa zevkle kıkırdıyordur.

Yarın tüm sınıftaki en popüler olay senin o anının tarifidir.
'lan sınıftaki tüm erkekler aynı berberde bu şekilde traş oluyor ki' desende, boşunadır.

Evet, herkes öyle traş olur; ama kimse sınıftaki adını bile unuttuğun dünya güzeline yakalanmamıştır.

29 Aralık 2009 Salı

FBI

O kadar ilginç bir askerliğim olmadı; ama iyiydi, hem de çok.
***
Bak bunu yazarken yine fark ettim; aslında bir anımı anlatacaktım. İnsanda yaşadığı anılara dair genel bir koruma iç güdüsü var. Yani mesela ben çok dandik bir askerlik yapsaydım ve bunu bilseydim de, yine de yaşadığım şeylerin hayat kalitesini düşürdüğünü varsayıp gerçeği söylemekten kaçar mıydım sizce.
İnsandaki kabullenme ve kuşatma duydusu yeniden incelenmeli.
***
Başlamışken bitireyim hadi. Askerde bir çocuk vardı. gece nöbete kalktığında -bu da gece 2 ye denk bir saattir- bişeyi merak etmiş ve arkadaşa sormuş.

'' Sence, FBI adına kaç kişi çalışıyordur?''

Ve biz hala bilmiyoruz bu sorunun cevabını.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Davşan


yine kasabadayım...
(sanki nerde olacaksam başka...)
bugün otelin ziyafet menüsünde tavşan vardı.
(buralarda çok kişi bu hayvana davşan der, orası ayrı)
jandarmalar bizim ahaliden birini yine av sırasında yakalamış... bakmışlar elinde bir tavşan.
doğru komutana haber uçmuş, komutan dellenmiş tabi. çünkü gece ışıldak ile av yapılınca ,malümunuz tavşanların ışık sevdası yüzünden, insanoğlunun galibiyetiyle sonlanıyor hep.
komutanda...
''alın silahını.. tavşanı da alın... s.ktiredin adamı'' diye dellenmiş :))... adamı tutsa ne kadar tutacak.. her gün yüz yüze bakıyor komutanla. zaten tüfeği alınınca dünyası kararmış adamın.

her neyse...
tavşanda zayi olamasın diye otelin aşçısına getirip akşamına ziyafet verdiriyorlar.. heyallamm.. :)
kaymakam, doktor, belediye başkanları, komutan ve bir kaç kişi daha vardı masalarında...
bu ne pehriz bu ne lahana turşusu anlamadım...
bu durumda tavşan hep kaybeden oluyor ki!... ha ahmetin midesine inmiş, ha komutanın ya da başkalarının...
tavşan olmakta sorun. :)

27 Aralık 2009 Pazar

Aşı olmak ile Aşık olmak arasındaki ilişki....


genel bir gözlem ile, ikisinde bir çok yönden bir birine benzediğine dair kanaatim tamamlanmış durumda.
şöyle ki ; aşı olmakla, vücuda enjekte edilen somut bir sıvıdan bahsederken, aşık olmakla da vücuda dahil olan tamamen soyut bir değer vardır. ama bakmayın soyut falan dediğime, sana yapışır adeta ve sahiplenirsin bir süre sonra.
yani böyle yazınca konuya giredim gibi ama; valla! çok benziyorlar bir birlerine...

aşı olunca örneğin.. istem dışı vücud ateşlenir ve ya bir iki gün kısmi kırgınlık ve halsizlik gözlenir ya hani!... aşık oluncada aynı şey olur hemen hemen; titreme, korku, panik, mutluluk, heyecan vb. gibi kontrol dışı tepkiler... sebebi; iki durumda da bize ait olmayan ve tamamen yabancı bir şeyin bedene dahil olması sırasındaki tepki verme gereğinden ileri gelir. yani UYUŞMAZLIK.

tabiki şimdi siz, aşık olma durumundaki soyut akışkanlığın daha acı verici olduğunu savuna bilirsiniz... ama idaa ediyorum, ikiside aynı derecede ızdıraplıdır aslında. bu noktada aşının gerçekte, onlarca deney ve aşamada incelenerek son kullanıcıya ulaştığını unutmayalım. oysa o aşıyı piyasaya sürmeden önce, ilk deneylerde kim bilir kaç fare sizlere ömür oldu:) ... işte aşık olma sırasındaki tepkimelerin daha ızdıraplı olmasının sebebi; ilk kez ve deneme yapılmaksızın doğrudan denekte/insanda kullanılıyor olmasıdır.
bu öyle bir deneydir ki.... bazen öldürür.... bazen süründürür.... bazen şifalar verir... bazen bilemem ne hal!...
yani, aşının genelde işe yarıyor olması, daha önceki denemelerde tehlikeli kısımların süzülmesi ile alakalıdır. ona rağmen vücud yinede tepki verir...
aşı yeri kızarır...
kaşınır...
ağrır....
***
ve sonra...
ikisininde izi kalır.
inanmıyor musun?... aç kolu arkadaş!... ve bak... şimdi ben değil, sen say ilkokuldaki, orta okuldaki ve ya diğer vurunduğun aşıları gör tek tek. bir mühür gibi, dövme gibi duruyor de mi?... sonra kalbini aç ve bak, aşık olduğun kızlara/erkeklere...
hepsi durur. ilkokul, ortaokul, ergenlik... velhasıl hepsi.
***
hmmm....başka....
buldum!....
ilk aşımızda, bebekken ve ya ilkokuldayken, ağlamışlığımız vardır... sonra büyürken, aşkın aynı şeyi yaptırdığına çok şahit olmuşsunuzdur.

***
ikisininde bünyeye öğretisi vardır. vücudun aşı ile öğrendikleri onu hastalıklardan korurken, aşık olunduktan sonra bu duyguya bağışıklık kazanıp aylar-yıllar boyunca karşı cinse tepkisizleştiğimiz görülür. bu noktada sevmek denilen şeyin virüs gibi değişerek yeniden benliğimizi harekete geçirmesi çok uzun zaman alabilir. zaten aşıyıda ne için vunursanız vurunun, eğer mikrobun/virusün yapısı değişirse, hiç aşı olmamış gibi olursunuz, ama bu değişimde zaman alır...
yani; dünya koşullarında grip virüsünün yıldan yıla değişerek daha önce vurunduğunuz grip aşılarını boşa çıkartması, bir nevi yeniden aşık olmaya hazırsınız demek olacaktır. bu noktada bu iki kavram kısmen çekişir. birisi (aşı virüsü) dış dünyaya bağlı değişirken, diğeri (yeniden aşık olabilme) iç bünyeye bağlı bir değişkendir.
...
...
...
valla... sanki daha vardı da... unuttum gibi...
ama gayet ortak yanları var bence...

bu örneği çok kişiye vermişliğim vardır. aklımdayken toparlayıp, yazim dedim :)...

26 Aralık 2009 Cumartesi

uzak


bak! bugün cumartesi...
ve insan bazı imkanlarını özlüyor...
Yani Alpi ile Hülya'nın bizi alması vardı arabayla, Onur'un laf sokmaları olurdu ve bir belediyecinin eşliki...
keşfedilmemiş kahvaltı mekanlarını arardık, birimiz muhalefet ederdik illa ki :)... hiç bişey çıkartamazsak yenilik adına, kesin Beşiktaş'ta tavla atardık.

25 Aralık 2009 Cuma

Gece Gece E-90

uzun bir yazı olsun istemiyorum... çünkü acayip işim var... ikindiden sonra yattım, göya çizim yapacam, ama bi türlü başlayamdım...
uyandım yemek yedim, sonra da görevimiz teklike-3 ü izledim. film izlemeyi bile özlemişim,valla. ne zamandır izlemiyordum bişey..
bu arada filmde kızı esir alıyorlar, son sahnede de öldürüyorlardı... acayip moralimi bozdu... neyse ki ölmemiş kız.
..
...
evett.... saçma bir giriş ile lafa yine GİREMEDİM.
neden? ..
çünkü giriş söz konusu değil...

***
dün enişteyle niğde ye gidek dedik, gelişte E-90 yolu kapanmış.. dağlar daşlar yağmurla yol almış yürümüş... velhasılı yol kapalıydı... olay yerinde komutanlar.. kaymakam... ilçe belediye başkanı falan hepsi birden orda... tabi küçük yer olunca devletin ne kadar adamı varsa oraya toplanmışlar. kayseriden bile ekipler gelmiş; ama sadece bir kepçe çalışa biliyor. çünkü yer dar... bu durumda bu kadar tan-tanaya ne gerek varda 20-25 araç toplanmış anlayamadım. ayak üstü kaymakam ve başkanla tanıştım. kendimi tanıttım falan...
buralarda kime kendimi tanıtsam iki tip tepki geliyor.
birinci güruh... özellikle teknik kurum ve kuruluşları bağlamış ve işini kendince yürüten grup... ''sen de nerden çıktın'' diye bakıyor...
bir diğeride.. .'hoş geldin..sen gibi teknik elemanlara buralarda çok ihtiyaç var'' diye sıcak bir hoş geldin sunuyor...
kaymakam ve başkan için ise tam bi fikrim yok şimdilik. ama dün geceden sonra haber aldım, geldiğimi yeni duyan bağlı bulunduğumuz ilçe başkanının pek hoşuna gitmemiş gibi... ona neyse benim gelmem...
...
dün geceden bahsediyordum... kepçe işte... çalıştı tüm gece bizde indik yol kapalı olunca şöyle bi dolandık. itfaiye memuru bile vardı valla... bide soğpuk ki hava sorma gitsin... baktım 112 elbiseli birileri de var önce ...''noluyoz... birine bişi mi oldu'' dedim ama... sonra 20 alakalı alakasız devlet aracı görünce bununda tedbir amaçlı geldiğini anladık artık...
bende garibim yani... devlet görev edinmiş karayolunu açmak için herkesi seferber etmiş... ne diye laf söylüyorsam...neyse...

gecenin bir yarısında sarı ceketli bir bayan gördüm... boyuda maşallah, uzuncana... böyle nasıl derler, hoş biri... acil falan yazıyordu üstünde. araçların ışığında yüzü geldi gitti bi...
sonrası yok...
hani derler ya gecenin karanlığında kayboldu ... ha işte ondan... ya doktor, ha hemşire ya da onu gibi bişi. yazık, soğukta onuda orda tutuyorlarmış.
bi ara duydum 'acil gitsin.. doktor gitsin' diye bişeyler... kaymakamda dursun diye ısrarcı oldu. sonra ne oldu bilmem...

biz izin isteyip ayrıldıktan sonra.. karayolları gaza gelmiş kayaların sürüklendiği tepeye dinamit atmış :) ... bu tip şeyleride merak ederim hep. kim karar verir acaba bir tepeyi dinamitle yok etmeye.

- süleyman... şurdan şöle kepçeyle alın.. sonra şurda bi silindir gezdirin... sonrada kamyonla molozu şuraya atın...sonrada....
+ amirim... izin verin dinamit atalım.. (gözü dönmüş personel)
-süleyman!! dediğimi yapın..gerek yok dinamite...
+ amirim geçende de öyle yaptık yine kaydı tepe... izin verin kökünden halledelim..
-süleyman !!!
+ tamam amirim, ama bakın demedi demeyin...

böle bişey her halde :)... sonra açılmış yollar tabi ki. buraların en güzel yanı. devletin imkanlarının senin imkanın gibi yardıma koşa bilemesi... yani şehirde kim kime dum duma... burda öyle değil, bi şekilde lazımsa; mesela kamyon, kepçe,itfaiye, şu-bu hemen geliyor. belediyenin olmuş, karayollarının olmuş, hastane ya da orman bölge müdürlüğünü olmuş çok önemli değil. yeter ki lazım olsun.
sonra otele geldik... gelirler dairesi müdürümüydü neydi, onla tanıştık. satışa çıkan arsalar... ihaleler... kaplıcanın geleceği ve diğer bi dolu konu... sonra kaymakam geldi otele. vs..vs...
***
istanbuldan birde iş var elimde, bahsettiğim çizim işide o zaten.... yaparsam biraz da nakitim olacak... ilk iş bir yazıcı ve adam gibi bir ofis sandalyesi almak ... tabi bunun için çizime başlamam gerekli.
bu arada yüzesim var... ama çizim bitmeden havuza gidemeyeceğime dair yasak getirdim kendime... :S
..
..
keşke dinamit atılırken orada olsaydım :)

23 Aralık 2009 Çarşamba

fanus


birini hayal edin...
unutkan olsun... böyle... nasıl derler mütemadiyen her bir kaç saatlik dilimi unutan biri ...
bir bataklıktan geçiyor olsun... hani şu filmlerde görülen..heleki çizgi dizilerin abartısındaki gibi, elleri ve kolları olan ağaçlar içinde olsun bu adam... her bir kaç saatte çığlıklar atsın mesela...

bir adam hayal edin...
bataklığında güneş görünmesin.. bitkiler, protein ihtiyaçlarını hayvanları sindirerek temin ediyor olsun ve bu işi abartsınlar yine... mesela baykuşları ve yarasaları tuzağa düşürmeye çalışsınlar, bunu yaparken ise hem cinslerine ihanete hazır yarasaları kullansınlar. kötülük ile karınları doysun...

bir adam ve bataklık hayal edin... sinekli ve örümcekli iğrenç mekanları olsun.... ama aynı anda kubik olsun... sinekler kare olsun mesela... taşlar, piramit şeklinde.. ama en ufağıda en büyüğüde pramit şeklinde... karanlık dereleri olsun bataklığın... dere bile unutkan olsun ama... mesela dere bir saat aksın, yarım saat akmayı unutsun, ama sonra yine aksın... sonra yine unutsun... sorna yine...

unutkan bir batıklık hayal edin... içinde adam olsun... yapraklar sonbaharda da... ilkbaharda da hep düşsün... ama aynı anda yeşersin.. ama yeşil olmasın... her yaprak kuruyacağını bilircesine sarı ya da turuncu çıksın, kuru olsun, düşmeye alışık olsun... hazır olsun.

turuncu yapraklı, unutkan, içinde ise daha unutkan bir adam olan etcil bir bataklık hayal edin... rüzgarı olsun... çok önce ölmüş leşlerin kokusunu taşısın... belkide bu leş ile ağacın yapraklarını kurutsun... rüzgar, içinde örümcek ağları olan demir gibi ağır hava kütleleri taşısın... her dala tutunsun ve tutsun kubik sinekleri. çakıl taşlarının pramitliğine firavun etsin sinekleri... belki ölü sineklerin sayısınca çakıl taşı olsun...


iğrenç... unutkan... pis... garip ....bir bataklık veya bu bataklık gibi olan bir adam hayal edin...
sonra....
sonra durun....

bir kız hayal edin... en sarışın öpüşkenliği olsun mesela ve uzun olsun ve beyaz ... güneş gibi parlak olsun.... mavi olmasada olur, gerekirse kahverengi kahverengi gülsün... yüzünde çukurları. birileri ona gamze desin... uzun saçları perdelesin güzelliğini... bakılamasın bir kere de yüzüne.. peyderpey... sindire sindire aşık olunsun...

ve adam kendinden utansın... ve anlasın... ve yeşersin...


ironik, çelişik bir bataklık ya da onun gibi bir adam hayal edin ...
....ama içinde bir fanus...
.... fanusunun içinde bir dünya güzeli olsun...

22 Aralık 2009 Salı

7396

sıfır

şu sağ alt köşede sayfa numaratörü var ya... tek başıma sitede olunca 1 rakamı çıkıyor normal olarak...
geometri sorusu gibi hani...
mesela;

''şekildeki üçgendeki a kenarı en az kaç olabilir''

derlerdi ya... bizde diğer iki kenarın farkından küçük olamayacağını bilip, ona göre soruyu çözmeye çalışırdık...
şimdi de bu numaratöre taktım... en düşük ne olabilir sorusunun cevabı 1 . yani ne yaparsan yap, en az 1 olur... çünkü sayfandaki o numaratörü gördüğün an, sayfan zaten açıktır ve sayı birdir. acaba ktunnelden ve ya vtunnelden girersem yine 1 çıkar mı...
denemek gerek...

sıfır yazdığını görmek istiyorum.. ama sanırım imkansız...
neyse derdimiz bu olsun...

18 Aralık 2009 Cuma

Çarmıha Geriliş'ten Ayrıntı

Ah Muhsin Ünlü, Gidiyorum Bu.... şiir kitabından,

Annemi özledim. Özlemi anniyorum. Anlıyorum. Zenit bana ne söylediydi, hatıralanamıyor. Kurumlar ve kuramlar beni anneme özüyor. Bende şiir yazabilme kaabiliyeti varmış, öyle söylüyorlar. Ne dediğimi bilmemek istiyorum. Hakkımı aramamak istiyorum. Boş başıma dolaşmak istiyorum. Sosyalleşmek istememek gibi bir hak tanınmak istendiriliyorduğum. Sahipsizim. Sonra sokakta dolaşırken her şeyi rasyonalize etmek durumunda kalıyorum. Bazı kediler rasyonalize olmak istemiyorlar. Annem rasyonel ne demek, ağlamıyor. Kendimi bana bırakmak istiyorum. Annemi özlediğim için kızlardan uzak duruyorum. Kızlar bana yaklaşmakta zorluk çekiyorlar. Köfteci de öyle. O da bana yaklaşmakta zorluk çekiyor. Canım akşamları daha çok sıkılıyor. Annem daha çok. Akşamları hava siyah oluyor. Havaya bakıyorum. Hava bana bakıyor. Bana salık verilecek sevgiliyi doğrudan reddetmek durumundayım. Kızlar bana önem vermemek konusunda tutarlılar. Köfteci de öyle. O da bana önem vermemek konusunda tutarlı. Annemi özleyince, annem yok ya hani, böylece Hayati'ye bakıp, Hayati'ye bakıyorum işte. Yani şey oluyor. Hayati benim hayatımda etkili bir yere sahipmiş ben de hani Hayati'ye bakıyorum ya, hah, işte Hayati'nin yani şey.

Sonra dışarı bakanca bir küçük irrasyonel kedi görüyorum. Kedi bana aç aç bakıyor. Ben ona artık annemi özlediğim için konuşmamak istemediğimi ancak rasyonel anne kedisiyle gidip gitmesini işte istedim. Kedi bana bakıp gitti. Ben gece korkunca istemediğim kitaplar okuyup anlamadığım annelere saygı duyuyorum. Ataya saygı hamurumun içinde varmış. Benim hamurum orda. Annem beni sevip özler. Ben de böylece yanlızken annemi düşünüp irrasyonel kedi gibi annemin peşinden gidemem. Sonra annemi de rasyo... Neyse...

16 Aralık 2009 Çarşamba

-biraz daha brokoli... +suyundan da lütfen..- tabi


günlerdir aralıklarla yağmur yağdığından ötürü evde olağan üstü hal var... ev su-mu almıyor fazla ama.. su bu!... uslu duran bişi değil...
bakmayın siz, barajlar yapılıyorda suyu kontrol altına alıyoruz falan.
kısacası şu,

-penceremin önündeki kitaplarım ıslanmış... küf kokan okuma günleri beni belkiyor.
-mobilyacı hala eksiklerimi tamamlayamadı ve ben 20 gündür kendi evinde göçebe yaşıyorum...
-her yer her de, ev kalk gidelim diyor... ahali gergin... iş bitmiyor... bitmedikçe yerleşemiyoruz.

bu şey günlük gibi oldu..
çünkü hayat kontrolümün dışına çıktı tamamen :)herşey akıyor ölece, ama takmıyorum...

ayrıca hiç olmadığı kadar araba almak istiyorum... bunu hak ettiğimi düşündüğüm basit sayıla bilecek dilek ise maddiyata gidip dayanıyor...

bu arada çok alakasız gelebilir ama...
blogları okuyorum... hiç öyle aramızda multi zengin falan adam yok... çok şükür hali vakti yerinde olan gurup bi hayli var gibi, blog camiyasında ama...
bir günden bi günede..
yok holdingimde bu oldu... yok yine Çeşme'den Sakız'a yatımla geçtim... fabrika da bu kadar adamı işe aldım falan... :)
evet kusura bakma arkadaşım, bu günlerde kafam fena halde paraya takılmş durumunda... örneklerim, tarzım, şeklim şemalim... hepsi bi şekilde paraya dayanıyor kafamda...
borçlar, ihtiyaçlar falan filan işte...

aslında para beni hiç sevmedi, ben ise ondan nefret ettim ... bakmayın arada çocuklar var diye katlanıyoruz hani...

yakın zamanda adana ya olmadı ankaraya gidiyorum diyorum... neden?...
çünkü hali hazırda burda henüz çok çok anlaşa bildiğim dostlarım yok...

o da bişi mi... otel için çizim yapıyorum; parayla iş yaptıracak, çizimden anlayacak, lan hadi çizimide geçtim, anlattığımı anlayacak, malzemeyi tanıyacak adam yok ortalıkta. ( bu kadar virgül kullanımı kesin yanlış olmuştur...neyse..)
deli olacağım yemin ediyorum. herşeye takmış durumdayım. ortalıkta şen şakrak dolaşıyorum ama içim kendi kendini yiyor. Allah var, yan gelip yatsam kimse bişide demez. çünkü bu buralarda normal bişey.
bu arada daha resmi olarak bi işim yok. encümen, kaymakamlık.. şimdi de iç işleri bakanlığı... resmi prosedürler konusunda kaplumbağ ile yarışıyor ve kaybediyoruz.

bak ne oldu bugün; biri geldi bi evrak istiyor belediyeden... izaleyi şuül falan yazıyo tapusunda.. bu hatırladığım tek kelime, evraklar arasındaki. daha bir yığın acayip isimli belge ile gelip benden bir onay istedi...
lan, daha memur bile değilim. ben ne onayı verecem diyecem.
adam; 'öyleyse niye duruyon belediyede' diyecek
abi dışarı acayip soğuk ondan... diye bilirim diye düşündüm :)...
evet komik...
yeri gelmişken, hayatımda hiç işsiz kalmadım, şimdi bile çalışıyorum, ama para almıyom o ayrı, bu durumda parasız kalmam an meselesi..:S
bak yine 'para' dedim...
kendimden tiksiniyorum. ama napim...

bu eblek yazıyı okursam aylar yıllar sonra direkmen hatırlayacağım bir garip piskolojideyim...
bu arada... hala scan alamadım... malüm sebepler... çizimlerimin fotosunu çekip koyuorum ama ondanda sıkıldım... çünkü çizdiklerim bişeyede benzsemiyor artık.

annem nazar deydi bize diyor. ki kesinlikle katılıyorum. bu kadar becerikli (!?) insan arasında durmak bize yaramadı sanırım. ne yapsak göze batıyor. 20 gün önce bir kümes yapayım diye bahçede yer açtım. milletin lafına kaldık. kümes hala yok ortalıkta... topu topu üç saatlik bir iş tahta çakmak ama olmuyor işte.

bu mevcut durumunun en iyi yanı ne biliyor musunuz?...
..
..
..

lütfen biliyorsanız bana yazın :)

anne yan odadan ışık sızan evladın odasına doğru seslenir...
-ismail yat olum, sabahları kalmıyon sonra

+ tamam anne yatıyom.
- bırak o internetle oynamayı artık
+ (oynamak mı:S) tamam anne.

şu linki açarsanız... mustafa keser'den bir kara kaş sende var... parçasını dinleye bilirsiniz...
bu denli alakasız bir yazı ancak böyle bir son gider diye düşündüm...
hepinizi saygıyla selamlarım...

ismail...

15 Aralık 2009 Salı

Halis Bal

adı Halis, soyadı Bal olan...
memleketin en organik, en doğal, en hormonsuz adamının ismi olsa gerek...

- isminiz
+ Halis Bal
- aaa.. ne kadar da tatlı ve doğal

bunun ingilizce versiyonu olur mu ki :)

13 Aralık 2009 Pazar

Partly Cloudy

demin dışarı çıktım... yağmur durmuştu... hatta gökyüzü yıldız doluydu... birden bir yıldız kaydı. başımın üstünden karşı tepenin üstüne doğru. refleksif olarak birşey dilerim bu tip durumlarda her zaman. yani ne zaman bir yıldızın kayışına denk gelsem, mutlaka ama mutlaka bir şey dilerim.
işin ilginç yanı şu ki, bu sefer bişi dileyemedim...dileyecek hiç bişey yokmuş gibi...
inanamadım kendime.

ya her dileğim olmuş bitmişti, yani iyiydi herşey... ya da gereksizleşmişti dilekler...
**
karar verememezliğim eşliğinde,
yıldız boşu boşuna kaydı ve gitti...

12 Aralık 2009 Cumartesi

şok

hiç sarhoş olmadım.. hiç bayılmadım... kendimi hiç kaybetmedim...
**
içkiyi unutmak için içenler oluyor. bence bir hata var burda...
bir kalbin durması gibi yani. o kalb durduğunda doktorun şok vererek hayata döndürmesi gibi...

beyinde aynı bence, tekrar hatırlarken, unuttuğu herşeye şok vererek tekrar çağırıyor.
şarhoşken unutulabilmiş herşey, ayılmaya başlarken ızdırap dolu bir halde ve yoğun enerji yüküyle tekrar belleğimizdeki yerini alacaktır.

beynin işlevlerinden biri olan 'bilgiyi depolaması' rolünü terk etmesini beklemek; onu öldürmek demekse, ve beyin kendisinin ölümüne izin vermek istemeyecekse, size acımaksızın durmadan şoklayacaktır.

zaten insanı zorlayan en önemli durum; kendisi ile çelişki içinde olması durumudur...

ölü çeker

böyle değildi sanki hayaller...
**
yavaş yavaş aklıtığından olsa gerek, bulutlar kan kaybederek öldüklerinde size hazır, çimlenmiş dünyalar bırakıyorlar...
buna fedakarlık diye bilirdik... ama bunun bilinçli olması gerekirdi o zaman... belkide bilinçlidir, bilemiyorum, hiç bir bulutla konuşmuşluğum yok.

penceremende son 48 saatir yağmur yağıyor... bulutlar dağları aşayım derken kim bilir kaç tanesi üşüyüp bu topraklara gömüldü, sayamadım.

zaten burda herkes bilir, buralar ölü çeker... her kırsal gibi aslında...
insan gider...gider ama
her nereye giderse gitsin, cenazesi buraya gelir. köyüne ... kasabasına... anlayın yani memleketine. burda cenazeye/mevlüte katılmak haftalık olağan bir seramoni gibidir. istesenizde istemesenizde birileri durmadan ölür. şehirlinin düzeni bozulmasın diye, köylü uğraşır cenazelerle. bu da bir görev paylaşımı zannedersem.

bugün ben bile o kadar çok öldüm ki... sayamadım...
buralar sahiden ölü çeker! her kırsal gibi. bakmayın ben diriyken geldim. o da benim acayipliğimden olsa gerek.

tek kullanımlık saat

11 Aralık 2009 Cuma

Lal, Gül, Döl

Ah Muhsin Ünlü, Gidiyorum Bu.... şiir kitabından,

Lal, Gül, Döl
've damarlarımda akan toprak'

Bir sırrı vaktinden önce saklayıvermişim
Cümle coğrafya ve dahi dağları sıkıntı basmış.
Ben artık sürekli hançerlenirim
İki tiren öpüştü mü kondüktör yanar?

Ah sen bana bakma tiyatrolarımı taşra tertibler
Benim anlattıklarımla biraz heterodoks kaçabilir sevgilim
Yani hükmetsene aksine ki, bir bin yıl sırtımızda
paklanmayacak
Ve Allh'ın İsa isminde bir sevgilisi yok!

Evet bugünlerde biraz siyaset ehli çocuklar olduk
Mesela bundan böyle senin adın Petrus olsun sevgilim
Ki bir ağaca teşekkür etmek için davranıyorumda bazen
Oluk oluk pantalonlar devriliyor kanatlarıma

Ve şimdi ben sevgilim
Sana beyaz renginde çoraplar temizliyorum
ağlayarak.
Ve lal ve gül ve döl, ' ve damarlarımda akan toprak'
Ve sonra eczama saplanan o tersinden lunapark
O kült, o hırkalar

Ah nasıl da lezetli asalar birikiyor kirpiklerimde
Ve koopeatifler boyu gül koklayan beynelmilel Varakalar!

gidişini başka türlü açıklıyamıyorum...

5 Aralık 2009 Cumartesi

denge


birinin 'mutluyum' dediğini duyarsanız; o kişide derin mutsuzluk emareleride aramalısınız.


çünkü; hayat ancak bir dengeden ibarettir.

4 Aralık 2009 Cuma

kavga

insanlar aşık oluyor ya hani bazen. ansızın, hiç istemezken, tökezleyip düşüverir gibi... kaçarken hatta...
işte kavgalarda öyle...
bazen hiç istemeden, hiç hesapta yokken, incir çekirdeğinin dolmazlığında ve en olmadık anda. göz göre göre gelen freni patlayan kamyon gibi...

kavgalarda/nefretlerde aşkın negatif hali olsa gerek; ama yine o denli etkili...

elden ne gelir.

2 Aralık 2009 Çarşamba

Yanılgı / Her gerçek, virüs gibi değişken

CD denen aletin ilk kez takılmasıyla karşılaştığımda ne olduğunu anlamam uzun sürmüştü.
'İlkti'.
sonradan alışıyor insan, hani.

bir zaman bir şey çizmiştim.. adı 'marjinal imalat'tı sanırım... şöyle bişey demek istemiştim orda
''hayatta bir şeyin nasıl gerçekleştiğinin anlamsızlığına takılırsınız. imkansız ,olamaz; dersiniz.
örneğin pramitlere bakıp mümkün değil der; uzaylılar icat edersiniz...
oysa o şey yapılmış ve gerçekleşmiştir; hem de uzaylılar diye bişey henüz dünyaya ayak basmamışken.''

işte bu garip hayat.... öyle bir şey ki; dünya var olduğundan beri nasıl basit bir grip virüsü durmadan değişerek ve yenilenerek karşımıza çıkıyorsa, ama adı hep 'gripse'...
işte biz binlerce yaşınada gelsek 'biliyoruz' dediğimiz şeylere bakıp bakıp tekrar yanılıyoruz.
babalarımız...
annelerimiz...
ve diğer tüm büyüklerimiz gibi..
sanırım öğrenmek diye bişey yok... tekrar eden gerçekleri önceden tahmin etmek ve onlara karşı tedbir almak var...
aşk... para... insan ilişkileri... öğretiler... iş deneyimi... hepsi buna dahil zannımca...
'zannımca' dedim... çünkü biliyor gibi davranmak istemiyorum.

neyse...
CD ile başlamıştım...
Bazen CD çalarken başka bişey oluyor... ben yine takıldı sanıyorum.
şimdi hangi 'biliyorumdan' bahsedeyim...

'çok şey' koca bir yanılgı (ve yine çoğu tekrar eden)

ve bu da bir yerde insanı korkaklığa itiyor... yazık!


hayatta en çok ne yapmak istersin?
sorusunun cevabı, sanırım şöyle bişey…
Tüm sevdiklerimi ve misafirlerimi rahat ettire bilecek kadar büyük bir evi olan (5 tane otel odası gibi mekanı olan bir ev düşünüyorum) koca bir çiftlik hayal ediyorum. Yani mesela o yaz, okul arkadaşlarım, akrabalar ya da alelade tanıştığımız kişiler bana gelsin istiyorum, yiyelim, içelim, muhabbet edelim…
ne olur yani…
misafir iyidir hem.
Zaten herkes şehirden bıkmış, gelecek adam bulmakta kolay olur hani :)

Resme bakarsak…
Burası Maden Köyü.
Adını hak eden bir köydür; altın başta olmak üzere çok çeşitli madenler çıkartılıyor, hemde Osmanlı zamanından beridir. Bir gün madenin içine girip, izlenimlerimi yazmak istiyorum buraya…
nası bi yer acaba...

Bu köyün, Bolkar dağları ile garip, güzel bir manzarası vardır ve sizi çeker… yazın buradan yıldızları izleye bilirsiniz. Dev,pürüzsüz, tek parça ve yıldızlarla dolu bir gökyüzü … ve birde yıldız yağmuru varsa o gün, sevgilisiz/eşsiz gelmeyin derim… tabi sevgiliyi/eşi ,arabayla da olsa, 2500 metreye çıkartmak ne kadar akıl karı oda ayrı hani :)… en iyisi bir bahar günü piknik organizasyonu ve ardından akşam olmasını beklemek…


Burası bizim yan bahçe… resimde, biri kısmen kamufle olmuş iki tane tavşan var. Bu hayvanlar o kadar çok yerler ki… anlatamam... ve o denli çoğalırlar ki....üff
bu sebeple bizim ağaçların geleceğinden bile şüphe ediyorum.
Zaten hala garipserim, insanların kız arkadaşlarına yavru tavşan hediye etmesini… ben kız olsam almam valla :)
Bir de tiz çığlıkları vardır ki bunların , nerdeyse kimse duymamıştır. Ben duydum, ama umarım bir daha duymam…






Burası, rahmetlik Dedemin bahçesi… saolsun, severdi bizi
‘’Benden sonra Kızlarım gelir, İsmail gelir bahçeme’’ derdi. Ee, bilirdi tabi kim bakar kim bakmaz… burada bahçene gelip ürün toplamak memleket meselesi gibidir. Toplamaz isen ayıp olurmuşmuşmuşşşş. Bizimkiler böyle dedikçe inadına toplamayasım geliyor ya... neyse...

sana ne kardeşim benim ağacımdan...ister toplar, ister ağacı ateşe veririm... buranın en büyük saçmalığı zaten..
''el alem ne der''....
çok da tın! yani... ne derse ne der. önce adam olsun karşıma geçsin hele.

bazen hiç gelesim olmasa da… naparsınız 4 çocuk 13 torundan ben, babam ve annem geliriz bi tek. Kuzenler sevmezler pek…
‘’Ah bide bahçeler büyük olsa da geldiğimizde deyse’’ diyorum. annem kızıyor. Başlıyor tapu kadastro geçerken hile ile ellerinden alınan bahçeleri anlatmaya, memleketin bi başka klasiğidir zaten bu tapu-kadastro olayları… artık gülüyor geçiyorum…
Bi şey daha…
Bu resmi görünce
Kız kardeşim çok kızdı…
‘’neden takım elbisenin pantolonu ile gittin… sen niye kendine dikkat etmiyorsun… her şey her yerde giyilmez… niye pasaklı gibi davranıyorsun… ya yırtılsaydı…vs..vs..’’ diye :)
Hak verdim…
Öpüştük, barıştık …

Mezarlık

Memleketinizdeyseniz ve bayramsa, mutlaka mezarlığa gidilir. Buralarda arefenin ikindisindedir bu uygulama.

Gerçi o değil diyeceğim, kısaca şudur ki, memleketinizdeyseniz ve mezarlığa gidiyorsanız yerin altında yerin üstündeki kadar akrabanızın varlığına şahit olursunuz…
Çoğunu tanımasanız da…
Yıllar geçmiş ölümlerin ardından ağlamakta bir gariptir…
Bi de memleketin her yanına yayılmış ve adı bile duyulmamış köylerde bile var olan Şehit Mezarları.. burada bile iki tane vardı. Annem onlar için çok ağladı; birisi birkaç ay önce vefat etmiş ve bizim uzaktan akrabamız…
Bende ağladım galiba… ya da yalnızca nemerdi gözlerim… bilemiyorum
Ama üzücüydü…

29 Kasım 2009 Pazar

Ama neden 4 ?


arkadaşlar... yokluklar sebebiyle geç kalmış bir bayram tebriğidir bu şey...
geçen hafta içinde telefonumu yeni evime bağlatma isteği üzerinden 20 gün geçti... telekomdan gelip sokağı bulamamalarının ardından cep telefonu ile irtibata geçip nihayet eve gittik. o gün veyahut, en geç ertesi gün telefon bağlanır derken
-sizin sokakta direk yok... Ahmet Abi direği şuraya mı dikek, yoksa buraya mı...
+ kabloyu evlerin duvarından taşıyalım, daha kolay
-sokağada hat çekeriz böylece de mi...,
şeklinde diyalog geçti... alt tarafı telefon bağlatmak için yeni direk dikmekten falan bahsedince insan şaşıyoryor elbet :)
bu arada belediye de başkan beni işe almak için; kurul kararı... formlar ve bakanlık onayı gibi süreçlerden bahsetti... bi adamı işe alırken iç işleri bakanlığını ile muhatap olmakta garip yani... 657 ye 4B gibi bişey olacakmışım... durup durup senin neyine 657 demiyorda değilim hani... ama okul bittiğindne beri ilk kez 20 gündür maaşsız olarak ortalıkta dolanıyorum...
kısaca söyliyim, sinir bozucu parasızlık
öyle yatmıyoz tabi. burdaki kaplıca oteli için çalışmalar başlatacağız inşallah... ilk işimde otel çevrsine ağaç diktirmek/dikmek oldu. :) hani derler ya bir dikili ağacın bile yok diye. hah işte benim buna geçmişi boş verirsek 40 tane gibi bir rakam eklendi.
valla yazacak öyle çok şey var ki anlatamam. herkes bir garip valla. ilk iş, gençlerle beraber takılma kararı aldık. burdaki ebeveyn gurubu çok tehlikeli :) insanın özünü, hayat enerjisini ve olumlu havayı emen bir yapıları var :)
''ne ki o... eski köye yeni adet getirme... olmaz... bilmem kimin kızı ne demiş... bilmem kimin oğlu neden kavga etmiş'' gibi dünya üzerinde pekte kayda değer yerler tutmayan şeyler konuşuyorlar genelde...
bu satırlarıda otelin bir yerlerinden yazıyorum (sanırım müdür odası)... şu yukardaki resim için, scan bile bulamadım. aslında var ama bir türlü kullanamadım. Photoshop var mı diyince ise bana güldüler... :)
acayip...
acayip...
herşeye rağmen bayram çok güzel geçiyor.
ve trafik yok...
ve horoz sesleri...
ve temiz hava...
ve yer yer otelin havuzuna girme lüksü :)...
herkese sevgiler...
NİCE BAYRAMLARA... :)

25 Kasım 2009 Çarşamba

Capcap...

Parasız Ahmet....
Capcap Abdullah...
Kirli Mahmut...
Ayrancı Süleyman...
Yarımyağlı Adil...

Çiftehan'daki isimlerden yanlızca birkaçı :)

Herşey iyi hoşta bir adamın lakabı nasıl 'capcap' olur ki
Burdaki millet bana uyduruk bir lakap bulmadan önce bir şeyler ayarlasam iyi olacak... :)

21 Kasım 2009 Cumartesi

29

Bir mezar taşı gördüm; 1933- 1962 yazıyordu üstünde...
'Aaa! ne kadarda yaşlıymış adam' dedim.
Oysa yaşlı olan sadece tarihti, adam değil!

20 Kasım 2009 Cuma

Hiç Kimse Hakkında Her Bişey/ Doğum Günü

Çoğunlukla sorunlar ve çözümleri çok farklı yerlerdedir... yinede bir rüzgar çıksa.... buluşur anahtar ile kilit.....bunlar doğal çözümlerdir ama bazen biraz yardım gerekir...
hadi ayağa kalkın.... balonlara tutunun... ne çözümleriniz çok ulaşılmaz yerdeler ne de problemleriniz...

**
Şu yukardaki yazı ve çizim altı ay önceye ait sanırım ve uzaktaki dostuma diye bitiyordu...
**
**
Bu yazının yayın tarihimden bir kaç gün sonra ki 25 kasım gayri resmi doğum günüdür blogumun :)
ama blogla nasıl tanıştım yazısı olsun istiyorum...çok değil tabi... bi sene olunca öyle ilkokuldan bahseder gibi olmaz yazı....
Olay şu arkadaşım... aslında iş yerinde, kendime ait bir nick düşünürken ki google ile munasebetimden ibarettir blogla tanışmam...
'yauvv! ne yazsamda böle aslında demek istediğimi en baştan belli etsem' gibi ... öyle deli modunda iç geçirirken... ilham ararken yani... google a yazdım bişiler...

'hiç kimse hiç bişey ' (buna benzer başka şeylerde olabilir)
ve hickimse-hakkinda-herbisey sitesi çıktı
'ahaa... bu şey... bu yazı... yok bu yazı değil... site... word ün bi yerinde geçiyo bu şey... yada PDF mi... ne bu yahu.... günlük bu şey... ama günlük yayınlanır mı hiç kilitli defterlerin icadına ters yahu..''...
şeklinde :) devam eden boş adam yaklaşımıyla başladı herşey ve devam etti... Bakmayın doğum günü falan dediğime...bu biraz da Çilek ten bahsetme yazısı.
E zira ... doğum günümde sadece onun yazılarını okumuştum, geçen sene :)

O zamanlar Van'da hizmete ve ya nasıl derler zorunlu hizmete başlıyordu Çilek.
-Hiçte sevmem bu lafı, biri gönül razılığıyla bile gitse, inandıramaz insan 'ben istedim orayı' dese mesela, ıhh, kimse inanmaz... her neyse-
Hepimizin hayatında zor dönemler olmuştur.
O'nu tanıdığımda da -sanırım- o kadar süper bir dönem değildi, O'nun için...

*
*
*
O gün için kaç tane yazısını okudum hatırlamıyorum; ama kompoziyon notu öğretim hayatı boyuncaki ortalaması 60 olan benim için 'yazabilen' insanlar acayip değerlidir. tabi bu günlük tadında olunca insan yeterince iyi tanıya biliyor karşısındakini... sonradan bununun böyle olduğu daha iyi anladım blogda...

Her insan büyük yassı bir levha olsa ve biz bir yerinden -tüm özelliklerimize ait çiviler ile- çivilesek onu bir çıtaya ... sonra da tutup bir kulağından çevirsek, pervane gibi döner .
İşte hayatımızda sökseler her özellikteki çivilerimizi, ölmeden önceki son çivimiz en önemli vasfımız olacaktır, bence.

Çilek için sanmaktayım ki, bu şey en baştan beri 'aidiyet ve sahiplenme' dir.
Bu bazen aileye...
Bazen sevgiliye... milletine... mesleğine... arkadaşlarına... çocukluk anılarına ya da patikte bulunmuş bir saç teline... hatta sonradan gördük ki blog sayfasına ya da küçükken babasının masasının altına saklanmış 'kişisel eşya'larınadır :). Aidiyet ve sahiplenmenin özünde ciddi bir 'sevgi kimyası' olduğundan bahsetmeme gerek yok sanırım.

Bazen insanların şeffaflaştığından bahseder Çilek, ama daha ziyade 'ardını görmek' der bu şeye... sanırım şeffaflaşmak diye ben söylüyorum ve ya onun bu lafını çarpıtıyorum...
ama öyledir sahiden de... bir akvaryumdaki balıkların her hareketini görmek gibi, kuyruğu bir birine deymeyen onlarca uçuşan fikrin seyri gibidir bu. Mesela; anneyseniz çocuğunuzun göz kırmasına dahi anlam yükleye bilirsiniz.
Peki; hiç tanışmadığınız, gerçek bir dostluk kurmadığınız/kuramayacağınız ve hatta alalade tokalaşmadığınız birini şeffaflaştıra bilir misiniz?...
değer verebilir misiniz...?
önemseye misiniz...?

bu oluyor işte... onu diyorum... (ya da bende oluyor)

Belki bazı fikirlerimiz örtüşmez, bazısıysa bire bir tutar elbet... ki oturup sohbet edilse bunlara onlarcası eklenir tabiki.

Mesela o kahramanlardan bahseder. Yoğun ''bir sıvının içinde dibe çökerken'' bazen. Ya da boğulurken ki çırpınmada, kahramanların yokluğundan yakınır, onları 'tatilde olmak'la suçlar... bencesi ise, öyle kahramanlar yoktur hayatta ve onların sevgilileri içinse hayat daha zordur. Superman, Örümcek Adam ya da Hulk un sevgilileri hep tehlikededir. Yani kahramanlık sevgili için başlı başına sorundur, hatta Redkit ve Batman nin sevgilisi bile yoktur.- ki bu da beni doğrular-(Bide Kalamiti Ceyn vardı; ama onuda en iyi Ayro bilir :).. )

Van'daydı demiştim ilk tanıdığımda...
Sonrası zorunlu hizmet... nöbetler... duygusallık... nöbetler... TUS... sonra yine duygusallık... istifa... ardından duygusallık... Ankara... TUS... ama ara ara hep duygusallık...:S

Ki yazılarının hep güzel ve dikkat çekiciliği burdan gelir... ''aa aynı ben'' diyen çoklarını gördüm yorumlarında... benimde yorumlarım oldu... Blog dünyasındaki yorumlarımı yazılarımdan üstün tutmuşluğum vardır. Bu yorumlardan en beğendiklerim çoğunu yine Çilek'in sayfasına yapılmıştır. Önceleri sizli bizli, sonra biraz daha rahat ve nihayet çizimli dialoglar... ama hep değerli ve seviyeli olduğunu düşünmüşümdür. Belkide doktora saygı hamurumda vardır.

Moral vermişliğimde olmuştur, destek verdiğimde. başka yollarla supriz yaptığımda, belki mutlu ettiğimde... hepsi iyi değildir ama :) 'tedirgin' etmişliğimde olmuştur. Bana telefonda ayar vermişliğide:) (kendi bile bilmez bunu ..)

Azrailin ordusu...
Tohumun toprakta çatlaması...
Aynaya makyaj yapmak...
Sıcağa ve soğuğa maruz kalan çöl kayası...
Ayna...
Atom ve denklem...

Hatırladığım kısmi yorum başlıklarıdır...

Şuracıkta belirteyim ki, blogdan -aynı döneme rastlayan ilişkim için- karşı cinsi anlamaya dönük yararlanmışlığım vardır... Peki ilişkini kurtara bildin mi İso ya da bir yoluna soka bildim mi? dersek.
Hayır... koca bir hayır.... ama kısmet diyor geçiyorum burayı; zira herşey istediğiniz gibi olacak diye bişey yok hayatta... yabancılar 'ruhunu şeytana satmak' tabirini kullanıyor imkansız ve ya istediğimi şeylerin gerçekleştire bilmesi için... vee .....aman her neyse...
*
*
Velhasıl-ı kelam bir sene geçmiştir böyle. Aradaki altı aylık blogumu kapattığımda bile takip ettiğimler arasındadır Çilek...

Şimdilerde memleketinde... ve zıp zıp zıplayan TUS denen çekirgeyle uğraşıyor :) bir yandanda fotoğraf kursuna gidiyor. ha birde karakalem yapmak istiyorum demişti bir zaman. belki onunda kursuna gider. Sayfasını izlemeye devam edin...
İnanıyorum ki, yaşam sevinci, mutlu olabilme-mutlu edebilme kabiliyeti, düşünme yetisi, zeki olabilme, değer vermişlik, aidiyet.... ve dahası, Çilek'e güzel bir gelecek sunacaktır, eminim!...

Herşey gönlünce olsun Çilek...
saygı ve sevgiler.....
.
..
ve son olarak... iyi ki doğdu.m

Not: Zaman ayarlı, iki yazıdan ikincisidir.

13 Kasım 2009 Cuma

Atlar... metal olsalardı gıcırdarlardı


Evet...
kesinlikle öyledir, inanıyorum. Atlar... onlar metal olsa gıcırdarlardı. Kapının bile belki %1 i metalken (kilit sistemini saymazsak), o da menteşesiyken gıcırdıyorsa, at için bişey denilemez sanırım.

Bir Fransız, Türklerin tarihteki 'yönetmenliğini' bozkırlarda yaşamaya bağlamış.
Okudum.
Atlar ve bozkır. Ufuklar dolusu at... ve bozkır...
Ki, Ankara bile malumunuz.

Düşünün, onbinlerce atı sürseydik batıya doğru -ama onlar metalken elbet- çıkarttıkları sesle korkan, ostrogotlar ve vizigotlar okyanusa atlar (bak yine 'atlar' dedim) Amerikayı önceden keşfederlerdi. Şanslılarmış sadece 'göçmüşler kavimleriyle'.

Başka gerçeklerle de uğraşırdık ama.
Mesela! uyunmazdı be!...
-Babaaa! atım çok gıcırdıyor!
+Yat hadi olum, yarın Talas Savaşı var. Daha müslüman olacağız.
-Annem uslu olursan Truva'daki ahşap atı verecez sana diyor.
+Bırak olum, elin mitolojiklerinin atını..
...
Sonra...
Sonra, adalarda kimse yaşamazdı. zira faytonlar!
hatta...
'dikkat fayton var!'
sırf bu yüzden, belkide araba orada icat olunurdu.
Harrison Ford içinde, taa adalara gelmek zor olurdu be kardeşim.
ama...
ama... belkide biz daha çabuk sanayileşirdik, atı eritir gemi yapartık mesela.


Başka iyi yanlarıda olurdu elbet. nal olmazdı mesela... bu iyi bişey.
Bak anlatayım.
Memlekette E-5 kenarında turunç ağaçları vardır (bir çeşit limon)
Bigün, onlardan birinden turunç düşürmek için ağacı sallarken, bir tane nal düştü ağaçtan. Iskaladı bir diğer değişle, ki kafamıza düşse belki ölürdük, küçüktük birde.
İşte metal olsaydı atlar, bu risk hiç olmazdı. Hala bilmeyiz sahiden de ağacın tepesinde neden nal vardı.
Sonra sallamadık ağacı , belki atta düşer diye.
Karanlıktı; korktuk. Diğer ağaca geçtik.
Bu hırsızlık gibi bişey değildi ha!... orda bu ağaçlar belediyenindir ve her yerdedir. Kimse de toplamaz zaten turunçları, çürür.


Bu arada aklıma geldi. Batıyı iki ikişi denize dökmüştür bence.
Birisi Fatih, ki doğuya gidemeyince batıya gitmenin adı coğrafi keşifler olmuştur Atlas Okyanusunda. Bulacak bişey olmasa, aynı adamları telef olmuşlar listesine alırdık hatta.
Bir diğer denize döken... malüm; Atatürk.
Ama bunlarla övünmemeliyiz bence; zira bu tip bişeyin övüncüne sığınmanın yeni tarihler yazmada bizleri atalete sevki...... falan filan işte...

O değil de Selanik'in çoğu Türkmüş.
Atatürk duyunca üzülmüş, ''nasıl bıraktınız Selanik'i '' diye :(..
Benim hala kişisel Misak-ı Milli'mdedir orası. (bu cümleyi bir yer de daha kurmuştum sanki.. neyse.)


Ne saçmalıyorum biliyor musunuz?
Atlar... metal olsaydı... biz bilimde, ilimde daha bir sanki... Gıcırtıdan bıkıp dururduk. On binlerce kilometre gitmek değilde, kendi benliğinde bir adım atmanın - ki yine de onlarcası atmışızdır elbet- önemini daha bir kavrardık. Bu garip dünya da garip şeylerle uğraşıyorsak hala... yoruluyorsak hani anlamsız...
işte bu, hiç gıcırdamayanların suçu birazda.


Her neyse...
Atlar diyordum..
metal olsalardı eğer, kesin gıcırdarlardı.
ama kesin!...

Not: Zaman ayarlı, iki yazıdan birincisidir ve herkes iyidir umarm.

resim:www.el-aziz.net

8 Kasım 2009 Pazar

Bir İsta(m)bul Hatırası...

o kadar hüzünlü gibi durmasada... öyle arkadaş.
yazmıştım buraya bir yere. İlkokul 1. sınıfta okumayı söktüğümüzde verilen kırmızı kurdaleler vardır ya hani.
İşte o gün öğretmen, elinde kurdale, beni tahtaya çıkartıp, şöyle dedi...
'istanbul' ...... yaz hadi İsmail...
ben tekrarladım..
istammpull.... istamnbull... istambull... gibi bir sürü içsel tekrardan sonra, yazdım...
İSTAMBUL...
:)

*
ilk kez dört yaşında gezmeye.. sonra ortaokulda tatillere... lisede biraz çalışmaya birazda tatile ...ve nihayet üniversitede okumaya geldim bu şehre...
*
*
*
birazdan telefonumu, anahtarlarımı ve sodekso kartımı sekreterin masasına bırakcağım...

gitmenin adı... hep vardır arkadaş ama, 'gerçekten gitmek' bambaşka bişey...
sevgiliden ayrılma korkusu, telaşı, bencilliği hep ama hep vardır da oturup bunun için sızlanmazsınız pek.
ama ya ayrılınca ?!

İstanbul'a daha çok gelip gidilecek belki... ama başka olacak artık, aslında belki de daha iyi olacaktır, kim bilir?... yeni bir dönem...

şimdi...
önce bir kaç gün İstanbul... sonra Yalova... sonra Ankara'da bir kaç gün , Toroslar ve Adana...
ben yine de gülümseyeyim


O zamana değin, kimse kaybolmasın gelince yoklama alacam
Komançi, bakarak ol e mi ...

'O an' resim: http://imageshack.us/

7 Kasım 2009 Cumartesi

İstanbul Boğaz'ının seyir defteri




Uzun zaman yapılan gözlemler vardır ya!... onlar bazı şeyler öğretir bizlere...
işte onlardan biri...

haa! belki en gereksizi ama olsun :)
olay şudur...

İstanbul Boğazı'ndaki uluslar arası gemi trafiği, sabah saatlerinde Marmara'dan Karadeniz'e doğru, akşam saatlerinde ise Karadeniz'den Marmara'ya doğru akar.
Büyük tonajlı gemiler arasında 20 dakikalık bir ara varken, küçük gemiler el ele çiftler halinde geçerler, çoğu yardımcı kaptan almaz ve bunu gösteren bayrak çekmez, 'No smoking' yazısı evrenseldir ... :)
hmmm
başka... haa!
Boğazlar uluslar arası statüye sahiptir; bu sebeple iç sirkülasyon, transit geçiş yapan gemilere göre organize edilir...

Bir gün vaktim olursa gemi kazaları ile ilgili bir kaptandan arakladığım, hatta sömürdüğüm bilgilerimi paylaşacağım...

İnsan yalıda yaşayınca da herşeyi de biliyo arkadaş(!)... :)

esas kaynak: 500T

Siz; sorunlarınızla dalga geçer misiniz ????


DENEYİN ;)

5 Kasım 2009 Perşembe

Bir garip ruh hali olarak: istifa etmek...


Bugün resmi olarak işimden ayrılma görüşmesi yaptım. evet garip bir durumdu itiraf edeyim, bambaşka bir deneyim. istifa edeli 1 ay oldu ama malüm, işler toparlanması gerekiyordu.

Görüşmede, patronlar şirket yönetimi için bir dolu şey sordu bana. kimler verimli, kimler işini seviyor, şirket için nasıl bir gelecek ön görüyorsun, sence eksiklerimiz nelerdir... falan filan...
Kısaca söylüyorum...

Şirket ve çalışanların ağzından girdim burnundan çıktım :)) kovulması gerekenler,başarılılar, iyi niyetliler, işini sevmeyenler ve yerinde sayması gerekenleri söyledim...
yok yok sanmayın ki milletin ipini çektim ... sadece gerçekleri söyledim. onlar kendileri söyledi yapılması gerekenleri. bu arada işten ayrılıp yeni iş kurmak isteyenlerin ekmeğinede yağ sürdüm...
eee işten ayrılsınlar ki, onlarda işlerini kursunlar.

neticede acayip bir toplantıydı...
pardon ya... yemekti diyecektim. 3 saat sürdü. Çanak diye bir yere götürdü patron, üç kişi 100 tele para ödediler.

(ıvır burda paradan bahsederek iyice küçülür hahaha.... öyle değil arkadaşım güzel bir yerdi onu diyom. ambiyansı vermeye çalışıyorum. insan ne sıklıkla 3 saat yemekli sohbet yapmıştır ki yani..... de mi ama...)

düşünüyorum da, ben işe girerken görüşmeye geldiğimde 20 dakka konuşmuştuk... :) şimdi gitmeden önce beni sorgulamalarıda enteresan.
beni sevmişler ama, ''gitmeseydin nasıl olurdu'' dediler... önceden sormuyorlar ama bak bak
çağğaaalll...
nasılsa kesin gidecem yaaa!!...
zeki adamlar tabi...eee kimin patronları...

Para; beni hiç sevmedi, ben ise ondan nefret ettim; ama işte naparsınız arada çocuklar var diye katlanıyoruz, bi de şu borçlar olmasa

(bundan sonrası duygusal modda)
İstifa ettim arkadaşlar... şaka bi yana, sevdiğim patronlarımdan ayrılıyorum... biliyorum ki onlarda benden gayet memnundular...
şimdi memleketin karlı dağları bekler beni...bildiğim-tanıdığım, torosların ortasında bir kasaba, (kasaba, şerif muhabbetinin bir diğer sebebi :)..)bir o kadar da yabancı gördüğüm bir yere gidiyorum...

vayy beee arkadaş.... İstanbul'a geleli tamı tamına 121 ay olmuş. 10 yıl yani.
çocuğun olsa ilkokul 4 e geçmiş oluyor, yani öyle bir zaman...
121 ay... 11 in karesi (bu bi yerde daha geçiyo yahu)....
99 öss inden çıktığımda, bir geometri sorunu yanlış işaretlediğimi fark etmiştim; dün gibi... oysa üniversite biteli bile ne kadar oldu...
yauvv ... şimdi çizimlerimi nerde scan edecem ben :S...
sıkıldımmm..

-isooo.... gel hadi, gidiyoruz.
+geldim abi..

Ben aptall birr kooovbooyuuummmm

Timsah.com
Benzer videolar için tıklayın


şimdi de bu şarkı yanlızca Ayro'ya geliyor... (kimse ilişmesin arkadaş tehlikeli)

bir insanın hatasından dönmesi gibi, özür diler gibi, emeğe değer vermek gibi :))
sen somurtma yeter ;)

ıvır : yauvv.. ama hala somuyğtuyon ... asya yapma ama
Ayro: yürü git... pis kamyoncu!
ıvır : kığğılıyoğyum amaaa.... bak timsah diye site buldum... koy o silahı yerine..
Ayro : hıhh!!

4 Kasım 2009 Çarşamba

Ad(i)-liyet


Adil oluyorken, sisteme zarar veriyorsanız; tek yapmanız gereken, buna deyip deymediğini araştırmak olmalıdır.

Çizimin ana hatları için, bir dergi görselinden yararlanılmıştır.

3 Kasım 2009 Salı

Nil'den geliyor... ben aptal bir kooovboooyumm..


bugün şu aşağıdaki online takip şeysini yükledim... şimdilik birşey göstermiyor ama... ileri zamanlarda sitenin sağında solunda afedersiniz hatun resimleri çıkacak. önceki blog adresimde çıktığı anda- bize terso diyerekten- silmiştim :)
her neyse...

burda şöle bir gerçek çıkıyor...
tekil ziyaretçi sayısı 5 olarak verilmiş...

a-ha o listeyi sayıyorum...

1-ıvır
2- Ayro
3- Ferdi...

bunlar banko... demek ki geriye iki kişi kalıyor... bunlar kimdir niye gelmişlerdir hangi rüzgar atmıştır, bilmiyoruz tabi.
bu arkadaşlardan biri Öykü Hanım diğerinin ise cesetizleri olma olasılığı yüksek, ama garanti değil... yüce google kafasına göre atamada yapmış olabilir...:)
çok heycanlıyım blog...
böyle adam vardı biliyor musunuz? tbmabeniiseal.com gibi bir adresti sanırım... orda vardı bu...:)
kimse onlar çıksın ortaya, bak bişey yapmayacam....

hahaha... böyle de bişi vardı...
hocalarımız derdi hatta... '' bak kimse o, çıksın bişey yapmayacam''
yanlız öyle bir ''yapmıyacam'' derdi ki; siz derinizi yüzülecek sanırdınız :) bazısı tabi ki canım... benim ilkokuldaki öğretmenim demişti mesela, ben paşa paşa çıkmıştım...

bişey yaptığımızda yok ha... tüm sınıf kovalamaç mı ne oynamışız, sınıfa girdik herkes buram buram ter... dersi dinlemek için oksijen takviyesi gerekecek kadar çok soluyoruz. kim bu kovalamaç oynayanlar çıksın dediler... ilk ben çıkmıştım...
dürüstlük değil haaa!! :). o kadar beyazım ki, zaten kıp kırmızı olunca öğretmen beni çıkartacakmış ilk başta.... sonrada anlamıştım...
her neyse...
çok abuk oldu yazı... Allah'tan çok okunmuyoz... bu da iyi bişey bi yerde...

de mi Ferdi... (Ferdi bu kadar uzun yazıyı okumaz; okursan Ferdi, sana yemek ısmarlıyacam söz, bul bu satırı haber et bana :)...)

Ayro sanada bir site yapak... ya da gerek yok. diyim sana senin site adresini yolla cv'in ile yeter bak... :)

evet, ben şimdi çizimime kaldığım yerden devam ediyorum...

herkes için Nil'den geliyor...

Benn apptallll bir kovvboyummm....ama sanaaa aşığımmm... evvvimmm de yok ça-talımm .... evvvimde yok ka--şığımm....

sonradannot: ben yazıyı yayımayana kadar sayı 8 olmuş... şoktayım blog

2 Kasım 2009 Pazartesi

Standart Grip Çizelgesi


Çizimin basitliğine takılmayalım lütfen... niyahayetinde hasta bir bünyenin kalem tutuşundaki yeterince güçlü olamama durumu var çizimde...

Hasta olurken yaptığımız genel bir davranış biçimini reçetelendireyim istedim...

1-Genelde olduğu gibi çok alakasız zamanlar seçilerek yaşam düzeninin alt üst olmasına özen gösterilir. (taşınma arifesindeyim, evim bilem yok; daha ne olsun.)

2- Uygun görülen bir virüs bulunarak vücuda tebelleş olması sağlanır. (günümüz koşullarında domuz gribi uygundur, müslüman bünyeye haramdır, helaldir artık bakmayacaksınız bi zahmet:)..)

3- Size bakacağına inandığınız birinin yanınızda olmasına özen göstermelisiniz. (anne, kardeş, baba, arkadaş... ben bu iş için Ferdi'yi seçtim... öyle bir çizgi fim vardı yaa... seni seçtim pikaçu derdi eleman, onun gibi yani. tercih size kalmış :)..)
4-Gün ve gece boyu yataktan çıkmayarak öylece miskinleşirsiniz. ( yemek olur çağrılırsınız, çay olur çağrılırsınız, gelip üstünüzü örterler falan...)
5-Yanınızda kağıt havludan bir rulo bulunur, mütemadiyen garip bir foşurdama eğilimindesinizdir. ( birde yanınızda atık poşeti bulundurusunuz ki, eve mikrop iyice yayılmasın)
6-Tüm bunlar olurken göğsünüz, başınız, boğazınız mütemadiyen ağırır.
7- Öyle ya da böyle iyileşme emareleri göstermeye başlarsınız...

yaşasın yataktan bağımsız hale gelmek...
yaşasın yer yüzüne paralel olmama durumu...
yaşasın sağlıklı olmak...

herkese geçmiş olsun efendim...

30 Ekim 2009 Cuma

Bir Cinayet Silahı Olarak; TUZ


konuyu dolandırmayacam arkadaş...
ahanda! ...dannn diye itiraf ediyorum....
çocukken bahçedeki sümüklü böcekleri tuz ile öldürmüşlüğüm vardır. çok küçüktüm tabi.
bu eyemin sonu genelde
''nihahaha....''
şeklinde bir gülüşle süslenirdi!...bunu bir laboratuar deneyi gibi bişey sanıyordum, zaar ki ...

daha sonraları salyangozları çok sevmemin bu aşırılığımı bastırmaya çalışmamla alakası olabilir diye düşünüyorum ya da ne bilim, en azından günah çıkartmak gibi birşeydi belki...
ama böyle yırtacağımı sanmıyorum öte tarafta... (ühü)

o da bişey mi... sonraları bahçe hayatım geliştikçe bir takım anı ve gözlemlerim bile oldu salyangozlar için; ama en büyük saflığım insanların bu bilgilerden etkilene bileceği olmuştur. :))

''salyangoz yumurtasını nasıl korur?, salyangozların yararları, beslenme saatleri''
başlıklı konuların insanlar arasında çokta prim yapmadığını gördüm ...
hele ki kızlarla sohbette; arkalarına bakmadan kaçtıklarını hatırlarım. :)
kızlar genelde...
'' bizim sokakta da bi çocuk vardı, oda oynardı böceklerle, pis biriydi yauuvvvv''
şeklinde konuyu bağlarlardı :) bana ise gidip kafamı duvarlara vurmak kalırdı...

kızlarla zaten nasıl sohbet edeceğimi hiç öğrenmedim...
amannnn!!!! canım neyse işte...

sonraları iyiden iyiye sevdim bu hayvanları ... yolda görürsem alıp bahçelere geri atmaya falan başladım, o derece. (salyangoz camiasına karşı yapılan nasıl bir yalakalık anlaya biliyor musun, arkadaşım?)

şu sıraları, yaptığım çizimlerde salyangozu imza gibi birşey için kullandığım çok oluyor.
salyangoz; ''evini sırtında taşıyan, aynı anda kablumbağa olmayan, yumuşakçalardan bir sümüklü böcektir''
benim için... hayatıma cinayetlerle dahil olmuş ve bir daha da çıkmamıştır :)...

yauvvv! düşünüoyrumda ... tuz değil sadece, bi de iç organları incelemek için yaptığım katliyamlar var...ühü ühü... yatacak yerim yok, valla...
abooo... karıncalar var bide... üfffff....
lannnn!!!

28 Ekim 2009 Çarşamba

27 Ekim 2009 Salı

Sol anahtarından ağaç yapmak


Eskimiş sol anahtarlarınızı atmayın... onlardan ağaç yapabilir evinizin bir yerlerinde kulanabilirsiniz mesela...
bizim kültürümüze biraz yabancıda olsa yılbaşında süslene bilir falan ... ya da benim gibi müzik portelerinize çamaşırlarınızı asabilirisiniz...
ağaçtır nihayetinde ne bilim atmayın yani... :)

24 Ekim 2009 Cumartesi

İMECE

düşündüm de .... yardımlaşma esaslı birliktelikler çok daha güzel ürünler vermemize sebep oluyor.
bende kendimce, yardım kuruluşları ve dernekler için mimari danışmanlık ya da çizimler yapabileceğime kanaat getirdim... netice de herkes her şeye sahip değil...
bu kurumların illa paraya, öğretmene ya da doktora ihtiyacı yok ya... zaten para nanay, hem olsa bile borçlarım için bana gerekli, neyse bu başka bir mevzu...

ama bu kurumların belediyede bir işi olur, çizime ya da tasarıma ihtiyacı olabilir; veyahut inşai bir keşif, metraj... ne bilim etüd falan gibi bir dolu ihtiyacı olabilir. zaten bunlar her tadilat ve ya inşaat için de gerekli şeyler.

şöyle bir köyde, kasabada ya da ilçede bir okulun, sağlık ocağının tadilatında katkım olsa kötü mü yani...
evet... evet...
devlet, millet için kabiliyetler paylaşılmalı. imece usulü denen bişey var... de mi ama! hem halka hizmet Hakka hizmettir,
her koşulda yardımlaşmak iyidir...
du bakayım bi...

Çapa/Çaba

çoktur bilgisayarda çizim yapmıyormuşum, bunu anladım son günlerde. bir mimar olarak çizmek, tasarlamak hele ki bilgisayar destekli modelleme ve dahası... hepsine o kadar uzak kalmışım ki.
yorulmuş muyum yoksa bıkmış mıyım ya da artık 'bizden geçmiş' havası mıdır bu, bilmiyorum.
autocad in siyah ekranından sıkıldığımı andım bir kez daha.
gerçi bu sıkılma huyu genel bir huy, her şeye ve ya herkese olur.

bence, insan bir çapa gibi bişeyi sürülüyor peşinde. biz hayatın yollarında öyle yada böyle yol alırken gerimizdeki o çapa, takılıyor bir yerlere. sonra hiç farkında olmaksızın -çapa ipinin uzun olmasından ötürü- yerimizde dönmeye başlıyoruz. bir pergel gibi...
o çapa nedir dersek....
büyüdükçe boynumuza asılan görevler, istekler, başarma dürtürsü, kaybetme korkusu vs vs .... oysa çocukken yoktur bunların hiç birisi... öylece koşup oynerken dert etmeyiz bunları...

evet, çizim diyordum... konu dağıldı ...
bir yere çapam takılmış... dönüp duruyorum sanki...
yoo yooo... mutsuzluk değil bu dediğim aslında... mesela bir göl kenarında hapsolsa insan, mutsuz olur mu?... onun gibi her döngüde mutsuzluk demek değildir. bazen iyi bile sayılır, algıyı artırır.

ama dönmek bir garip bişeydir... bakmayın dünya dönüyor...
o, onun işidir.... insan ise yürümek için uzun bacaklara sahip; yani yol almak için tasarlanmış....
tek sorun şu; nereye ve ne zamana değin!?....

heyecanlı kurşun



televizyon izlemiyorum, haberleri ise hiç!...
ama dün akşam yanılıp şaşıp şöyle bir baktım.
4 yaşındaki bir kız çocuğunun, komşunun düğününü izlerken balkonda bir serseri kurşunla can verdğini duydum. ateş eden ise bir kadınmış.
'düğünün neşesiyle ''heycanlandım'', kocamın silahıyla havaya ateş açtım, pişmanım' gibisinden bişeyler demiş.
evet, Hz. İsa doğalı neredeyse 2010 yıl oldu, ama biz yontma taş devrine bile geçemedik sanırım ki, bu odunlar... hala odun.

ve başka bir olay daha, ve en az bu kadar acı.
'orta yaşlı' bir akrabam yakın sayılan bir geçmişte, depremlerin oluşma sebebini 'dünyanın bir öküzün boynuzu üstünde durmasının' sebep olduğunu söyledi. (evet akrabağam olduğu için utanıyorum)
'sahiden böylemi düşnüyorsun?' dedim.
' ne bileyim, emmicik öyle dediydi, yaa!!' diye cevap verdi.

velhasıl kelam
biri 'heyecanlanır' birini öldürür, diğeri 'emmicik' dediği zırtapozu kıçıyla dinler.
iyimser olmak istiyorum; lakin bazen beceremiyorum. Ve kim bilir ben,en son ne zaman zevkle güzel bir şeyler çizdim.

20 Ekim 2009 Salı

bir vapurun homurtusunda








pramit yaptın ama akıyor, n'aber...

evet... pramitler.
uzun uzun düşünüp, günümüzle alakalı olmayan ve asla ispatlayamacağım bir şey buldum. oda şudur.
çok çok uzun bir süre pramitler yağmura maruz kalırsa (ama çok uzun süre); kral ve kraliçenin mezar odalarına su sıza bileceğini düşünüyorum. (belki normalde de akıyordur, bilmiyorum)
neden?
çünkü bunlar neticede taş! hiç bir yalıtım malzemesi yok aralarında . bu da bize bunca 'yapı yığınının' yalıtım probleminin çözülmediğini gösteriyor. yani, antik çağın 7. harikasının durumu ortadayken, benim evimin çatısı akıyorsa çok mu?!...

peki... bu bilgi neyimize yarıyor.
aslında, hiç bir şeyimize...
zaten ispatlanması ya da araştırılmasıda çok zor.
onun için siz bu yazıyı okusuysanız, hemen unutun....
bende çizimime devam edeyim.

kendiliğinden ekleme: beş katlı ev dahi dikememiş olan benimde, pramitlere pok atmam ayrı bir ironidir, hani...

18 Ekim 2009 Pazar


düşünmek özgürlükse, yazmak; kuş olup uçmak demektir.

17 Ekim 2009 Cumartesi

bir vapurun homurtusunda...

dünya bir acayip... tam on yıl oldu bu ay, tam on yıl istanbula yerleşeli. şimdi ise herşeyi topladık taşınıyoruz. ekim sonu itibariyle gitmeyi (en geç kasım başı olur galiba) planlıyorum . öyle topladık ki eşyaları, sanki buraya gelip kaldığım hiç belli olmasın, der gibi... garip.
oysa 'daha dün gibi' formatında yaşanan herşey....ve sahiden de dün gibi. insan yaşlanmadan -ya da büyümeden mi demeli bilemiyorum- anlamıyor hiç bir şeyi. gidiyorum demek bişey değil hani, ama gitmek öyle mi?!
sabahleyin vapurla, kadıköyden eminönüne geçtim; bıraksan ağlayacak bir hava vardı üzerimde. düşündüm! gidiyorum ya, 'kimse seni benim kadar sevemez istanbul' dedim kendi kendime...
oysa ne çok seveni var. kaldı ki , benim sevgim sevgi mi? kimilerinkinin yanında.

elimde valizle binmiştim vapura, evi gönderdik gitti memlekete. kısmen evsiz sayılırım. abimde, kardeşimde kalıyorum. ama acındırmaya gerek yok, çünkü aile ile kalmak evsiz kalmak değildir. yinede evsiz gibi hissediyorum o evlerde kendimi. bilgisayarım yok, masam yok, kitaplarım yok en acısı odam yok. düşündüm de ne zaman alıştım diye 'odamın olması' kavramına. ilk kez üniversite de olduğunu anladım. yani istanbul'a geldiğimden beri odam vardı benim. memlekette hiç olmamıştı. çocukluk olsa gerek önemsememişimde. ama okurken değişti herşey ve işte şimdi hiç bir şeyim yok gibi hissediyorum.

Ferdilerde kalacam biraz, okuldan arkadaş kendisi ve ailem kadar yakın elbette.

Yılmaz Erdoğan geliyor aklıma 'sen gidiyorsun ya, herkes sana benzeyecek' diyordu. bu şey bir insan için söylenesi; ama yinede bir şehre de yakışıyor, sanki.

İstanbul, senden gidiyorum ya, dönerim her halde birgün!...

10 Ekim 2009 Cumartesi

GİDERKEN...

İstanbul'da geçirdiğim son günlerim, yani en azından şu son zamanlar için.
Bugün dostlarla buluştuk... İstiklal'den yukarıya çıkarken öylece, hayatımın son on yılını ve tabi ki en değerli on yılını düşündüm. sadece yıllar değil geçip giden bloger, hayatın ta kendisi.

Bir yandan evde eşyalarımı topluyorum; diğer yandan yepyeni bir başlangıca yelken açıyorum.
Küçücük bir kasabaya gitmenin biraz korku dolu hüznü var üzerinde. Sanki kaçıp gelecek gibi hissetsem de, bu benim için bir fırsat havası var şimdi.

Var mısın yok musun da tekliften sonraki durum gibi halim, hiçde izlemem o garip yarışmayı. Tüm yayın hayatı boyunca topla 10 saati bulmamıştır; belkide 7 hatta 5, bilmiyorum. işte Hamdi denen şahsı muhterem bir şeyler sunmuş bana, bende öyle aptallaşmışta bir seçeneği seçmişim gibi. Birazdan tercih ettiğim kutu kalacak elimde.
Bir yerimde patlamasından tırsarak bakıyorum tercihime.

Bizim oralar, yani toroslar, Akdenizde bir Çukurova yaylası.

Şu anda ... tam da şu anda artık yeni oyun başlasın, yeni hayatıma biri 'perde' desin istiyorum ve o perde kapanana kadar çok güzel bir oyun arzuluyorum. Allah her şeyi bilirken, bazen bir parça bilgi sızdırmak istiyorum.

Gelecek...
nasıl bir gelecek acaba...
gittim blog... şimdilik bu kadar...

8 Ekim 2009 Perşembe

4 Ekim 2009 Pazar

Tanrı ile Konuşmak

bugün bir şehit haberi daha gördüm, acılı anne haberi duyar duymaz yüzünü yolarcasına tırnaklarını yanaklarında gezdirdi defalarca, bakamadım. bir bilimsel açıklaması olmalı diye düşündüm yüzü tırnaklamanın, acıyla alakalı olarak.
sonra...
sonrası yok aslında...

düşündüm Allah'ım, herkes seni nerde bıraktıysa orada buluyor sanki. 'bıraktıysa' lafını özellikle seçtim, çünkü senle olan bir randevuya geç kalan hep bizleriz.

biliyorsun, hayatın adilliği üzerine düşünüyorum en çok, şu şehit haberindeki gibi.
'hayat adildir' diye yazdığım şeyler oldu.
ama bugün birisi otobüse arka kapıdan binip öne para uzatmadı, adilce değil 'adiceydi'.
sonra bir sürü şey daha oldu...
bir dostumun kızı dünyaya geldi, işimden ayrılmak üzere karar aldım ve istifamı partonlarıma ilettim, ntv bilimde bir galaksinin diğer galaksiyle çarmışmak üzere bilmem kaç milyon yıl sonrası için randevulaştığını okudum. herşey öyle olağan ki ve sanki her olan şeyin gerçekleşme enerjisi aynı...
senin için bir galaksinin ölmesi ile bir çitanın geyiğin boynunu dişlemesi, aynı şey gibi geliyor, bana.

bugün allah'ım ...bugün... aslında her gün gibi... insanlara iyilikle doluyor içim. insanlara merhamet duygum depreşiyor sanki. kaldı ki, ben kimim bunca insana merhamet edesim geliyor, bilmiyorum da... bugün kendimi o galaksi için ve aynı anda geyik için üzülürken buluyorum... hem de istifa etmişken, tam da kendim için endişelenmeliyim derken.

haberleri iziliyorum. işsizleri, yoksulları ve sonra odadan kaçıyorum. ''oturmamalı ayağa kalkmalı o insanlara iş üretmeliyim''ler basıyor beynimi; ama birazdan unutuyorum sanki. acizlik kaplıyor her yerimi... ben kimim ki diyorum.
ben; ''haa! şu dağın ötesine bir sürü ile gitsem, yarısını kurta kuşu kaptırırım'' diyip, tüm hayallerimden, azmimden ve iş bilirliliğimden gerisin geri cayıyorum.

sonra yine başka bir zaman, birini görüyorum, dinliyorum acılarını içimde hissediyorum, acımak değil bu dediğim.. ama hissediyorum. bir kız ise bu belki aşık olacak kadar sahipleniyorum onu ve acılarını; ama bu aşkta değil ki, kederlere aşık olamazsın biliyorum... ama oluyorum... iliklerime siniyor, bu garip duygusallık... anlayamadan başka bir hisse kaçırıyorum beynimi, zira orda dursa delirecek kadar öte duygulara boğuluyorum. işte burda uyku gelip sarıyor gece bedenimi, uyumasam boğulacağımı biliyorum...

ağlıyorum... bir erkeğe pek yakıştıramadığım sulu gözlülük, tüm neşeli gündüzlerime karşın basit duygusal bir müzik parçasında ya da film karesinde buğulanmaya dönüşüyor. toparlanıyorum, sanki yaptığım yanlışmışcasına...

sonra gerisin geri dönüp hayatıma bakıyorum. hiç yoktan edinilmiş aile borçları takılıyor kafama. oturup ödemeye başlasam; hani var ya
''şimdi bak! aldığım maaşı, hiç yemeden içmeden biriktirsem'' diye başlayan cümleleryemeden . ha işte , o cümlelerden birini kuruyorum ve 8-9 yıl durmadan çalışmam gerektiğini görüyorum.
ama sonra, bana verdiğin ve bir insana verile bilecek en değerli nimet olan 'akıllı olma' halimi görüyorum. sabırlı oluşumu ve anlama ve kavrama kabiliyetimin farklı olduğumu hissediyorum. eğer bunu, sokakta bir insana söylesem övünüyor olurdum; ama sana, bunu şükür için telaffuz ettimi biliyorsun zaten... buraya yazılıyorsa, burnum sızlıyorsa ve yine buğulandıysam, işte bu samimiyetimdedir.

sonra, sevdiğim kızlar geliyor aklıma... bu sızı birazda onlardan kalma, hissediyorum. ama üzülmüyorum şu anda, hiç birinin yanımda olmayışına. çünkü onlar 'birileri' için değil, kendi benlikleri için yaşadıklarını hatırlıyorum, evlenmeyi bile sihirli bir değnek gibi 'kendi' dünyalarını değiştirmek için kullanmak istediklerini hatırlıyorum.
evet!... yaptığım bir tek iyiliği bile sorgulayıp 'ama o senin için bişey yapmıyor ki' diyen tipler bile tanıdım hayatımda. sanki herşeyin bir karşılığı olmak zorunda!
''be akılsız, sen dünyaya ne verdi ki bulut sana yağmur veriyor, toprak seni doyuruyor'' diyesim geliyor şimdi onlara.
soruyorum Allah'ım neden bu tipi tipler oldu benim hayatımda... neden onlarla muhatap oldum ben? neden beni anlayan biri/kız olmadı hiç!
bu bir isyan değil hani. kavramaya, anlamaya çalıştığım bir şey sadece...

neyse... nerelere geldi laf...
istifa dedim demin...
bugün istifa ettim Allah'ım...
daha küçük bir kasabada çalışmak için. bu dev dünyayı değiştiremediğimi, aslında bana verdiğin o güzel şeyleri kullanmayı öğrenemediğim için, daha küçük bir yerde başlamak istiyorum artık.
senden çok şey istiyorum Allah'ım para, hırs, azim, yöneticilik, şans ve dahası. ama biliyorsun ki sende; hiç birisi, saf halde kendim için değil... ama güçlenmek ve senin 'iyi elin, veren elin' olmak istiyorum hayatta. en başta borcumu ödemek istiyorum...
bir nebze olsun dünyayı/dünyamı 'daha' iyi yönde değiştirmek istiyorum . çünkü bana verdiğin bu akılla, düşüncelere dalmak üzüyor beni. Allah'ım bana insanların sıkıntısını ve çözümünü ver. örneğin; beni kendi derdi için hastane köşelerinde koşturan biri yapma, böyle olursa hayatımı öylece kendime ipoteklemiş olurum çünkü... bana 'beleş' dertler değil dev çözümler ver Allah'ım.

böylece uzuyup gidiyor bu çetrefilli düşüncelerim...
şimdi daha ne diyim... aklım karışık, yazım gibi. bir kelimemden sonra başka bir şeyler geliyor aklıma, toparlıyamıyorum.

bana benden daha yakın olan Tanrım... Allah'ım... benim demediklerim bile, sende gizlidir.

kısacası istifa ettim, daha güzele ve iyiye ulaşmak için...
bize hayırlı olan şeyleri nasip et, çalışkanlık ve azim ver.
(amin)
şimdilik söyleyeceğim şey özetle budur...
sevgiler...

30 Eylül 2009 Çarşamba

1 ilişki = 57 kuruş‏


bizim ofisteydim yine... buz dolabının kapağıdaki gözlerden birinde bir asprin kutusu gördüm... hep görürdüm zaten ...
ne hikmetse elime alıp bakasım geldi... bir ilaçta ve ya gıdada baktığım ilk şey olan üretim ve son kullanma tarihini aradı gözlerim...
buldum hemende ... Haziran 2007 yılıydı üretim tarihi.... son kullanma tarihi ise Haziran 2010
birden durdum yine ...
bir arkadaşım anlatmıştı, biriyle tanıştığını.. görüştüğünü ..sevdiğini...
işte bu olaylar 2008 yılı başlarında bir zamandı...
çok iyi günler yaşadı...sevdi... sevildi... sonra bişeyler ters gitmeye başladı ..üzüldü..üzdü ..yordu.. yoruldu...
en nihayetinde Haziran 2009'da /1.5 yılda ilişkisinin tamamen bittiğini söyledi ...

garip?!!
iki insan tanışmazdan evvel bu aspirin vardı mesela...
tanıştılar ...aspirin hala vardı...
kavga ettiler.. barıştılar.. bağırdılar .çağırdılar ..üzüldüler... ağladılar...aspirin yine vardı..
şimdi ayrıldılar.. aspirin inatla hala var....
belki yarın yeni yollarda, yeni gönüllere meylecek bu iki insan, bilemeyiz .... ve bu aspirin hala belli bir süre tanıklık edecek yeni gelişmelere... ....
....
ve birden kutunun üzerindeki fiyatı gördüm... 1,13 TL yazıyordu :/...
113 kuruş yani...
basit bir orantı ile

113 kuruş ... 3 yıla denk ise
x kuruş ..... 1.5 yıla denktir ....
dersek...

x=57 kuruş gibi bir şey yapıyor....yani bu ilişki sürecinde ilacın ömründen yanlızca 57 kuruş çalına bilmişti... ve gösteriyor ki... bazı ilişkiler , basit bir asprin ömrüyle bile kıyas göremiyor...

vel hasıl .... 1 ilişki 57 kuruş olmuş, ben daha ne yazim ...

olmaz olsun böyle matematik !....:/
.
..
sevgiler efendim!

23 Eylül 2009 Çarşamba

Modern dünyaya giriş; telefonda bayramlaşmak


bayram günü heycanla doldu taştı içim... kıpır kıpırdım. ( bu arada bayramın 1. günü evdeki su boruları patladı her yeri kırdık, bu kıpırtı ordan gelii! galiba...)

istanbuldan çıkamamışlığına sığınarak (nasıl bir sığıntıysa bu) turkcellin de nar kampanyasına baş vuraraktan garanti hesabıyla kontor yükledim. bir yandan da turkcell sayfasından nar nedir diye bakıyorum.
şunu yap... bunu yaz... şuraya gönder. yani zaten 250 kontör yükleyince öyle bir yalaka mesajlar atıyor ki turkcell, sanırsın seni evlatlık alacak. yok şöle kampanya, seni böyle seviyoruz, sen bizim herşeyimizsin falan, fişman. neyse dediklerini yaptık... herkes çakal olmuş.

***
ilkin bizim onur'u aradım. bizim, tüm camiyadaki en yavşaklardandır kendisi. eğlendirir adamı, para versen bulamadığın tiplerdendir hani. bi de konuşma jargonumuz acayip bir şeye dönüştü son zamanlarda. kim havasındaysa hatun rolünü o alıyor. -başım ağrıyor bugün olmaz, ben bilmem benim 'beynim' bilir- tadında geçen cümleler var aramızda sen düşün gerisini, hatta düşünme!!...
'naber peteğim' diye açınca telefonu, hatun rolü ona kaldı.
uzadı sohbet, sevindik... umuyorum ki hatun kişiler üzerine bu onur'sal sohbet alıştırmaları iş görecektir bir zaman.

**
sonra mehmeti aradım... naber lan! dememle 'hayırlı bayramlar kardeş' demesi bir oldu. yıkıldım. sanırsın o aramış pezevenk. benim telefonumla artislik yapıyor. (bu arada turkcellin narı geldi aklıma, utandım sildim hafızamdan.)
mehmetin eşide olunca yengeyede selamlar ilettik.
haa!! en illet hislerden biri buymuş. önce hatunsuz biri ile konuşuyorsun sorun yok. karşı tarafın eşi varsa çok problem. insan buruluyor, balım peteğim diye açamıyorsun artık karşı tarafa. oysa öğrencilik yıllarında evine gelmiş, yer yokluğundan aynı yatakta uyuduğun, aynı cd yi izlediğin insan nihayetinde bu adamlar.
cd dediysek,normal film yani...
neyse...

**
sonra birilerini daha aradım... aralarından birine... 'bayramlaşmak için milleti arıyordum senide aradım' diyince. altta kalmadı tabi, araya sıkıştırıldığını hemen anladı.
lan, övünesi mi bilmiyorum ama tüm arkadaşlarının zeki olunca da olmuyor. leb demeden çorum diyor adamlar. turkcellin sponsorluğunda içimi biraz fazla boşaltmış olacam, fazla geyiğe girmedim. zira geri planda nar denen kampanyanın kronometrik kontür hesaplarını yapıyorum, çaktırmadan. ve yine utanarak.

**
sonra bir iki evliyi daha aradım ama anlatmaya deymez. onlar evleneni çok olduğu için tamamen dünyaları değişmiş durumda aynı alfabeyi bile kullanmıyoruz, o derece. ne anlatsak fransız kalıyoruz, bir birimize. (lan bizde şu yeni alfabeye geçemedik ya, ne zaman olacak bu kişisel harf inkilabı bilmiyorum.... du bi onur'u ariyim)

**
sonra herşey su tesisatçısının hilti seslerine karışmaya başladı. kampanyadan kalan kontörleri bakayım dedim.
ama hangi kontörden bahsediyon hacı! meğersem nar kampanyasının ücretlendirmesi benim mevcut tarifemden daha pahalıymış. sonradan öğrendim netten.
kahrolsun kapitalizm diye bağırdım...
fekat! kimse duymadı....